25 Temmuz 2014 Cuma

Kapitalizm ve Irkçılık: ne kadar ilişkili?


(Sosyalist İşçi'nin 24 Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır)
 
Irkçılıkla kapitalizmin bir ilişkisi var mı? Bazıları olmadığını, bunun zorlama bir ilişki olduğunu söylüyor. Kapitalizmin temelinde kâr güdüsü vardır, bu doğru. Ama temelinde bu olması, kapitalizmin sadece kâr güdüsünden ibaret olduğu ya da egemenlerin işçi sınıfıyla kurduğu tek ilişkinin emek sömürüsü olduğu anlamına gelmiyor. Çoğu zaman daha karmaşık araçlara da başvuruyor.  Irkçılık bunlardan birisi.

Irkçılık ne zamandan beri var?

Irk fikri icat edilmiş bir kavramdır. 17nci yüzyılda özellikle kapitalizmle başa baş gelişen ulus devlet kavramıyla birlikte yükselişe geçmiştir. Bundan önceki egemen sınıflar nüfuz alanları altındaki halkları ırk temelli tanımlama ihtiyacı hissetmemişlerdi. Ulus devletin ortaya çıkışıyla birlikte kapitalistler ilişkide oldukları ulus devletlerin egemenlik sahasındaki işgücünü farazi ırksal farklara göre kesin gruplara bölmek konusunda daha önce tarihte hiç olmadığı kadar yoğun bir rekabete girdiler. Afrikalıların köleleştirilmeleri, Küresel Güney’in halklarının Avrupalılar tarafından kolonileştirilmeleri, çok muazzam ucuz işgücü ve sıfır ücretli işgücü olanakları yarattı. Bu işgücünün bu maliyetlerde tutulması kendilerinin kültürel olarak ‘tembel’, ‘vahşi’, ‘entelektüel kapasiteleri sınırlı’, ve günün sonunda insan-dışı olarak tanıtılmalarını gerektiriyordu. Modern dünyanın en büyük zenginlikleri insan yerine konulmayan milyonlarca insanın korkunç şartlarda çalınan emeği ve çoğu durumda canı pahasına yaratıldı.

Türkiye’de ırkçılık

Türkiye’de durum ne kadar farklı? Hrant Dink hunharca öldürüldükten hemen sonra, katillerinin “milli hislerle davranan bir grup genç” olduğunu söyleyen devlet görevlileri elbette, asıl faili Ermeni Soykırımı’nın tanınmamasından maddi çıkarı olan koca bir egemen sınıf ve devlet mekanizmasını korumaya çalışıyordu.  Türkiye’de cumhuriyet kavramı ırkçı bir çabanın üzerine kuruludur. İttihat ve Terakki döneminden bu yana palazlanan modern Türk burjuvazisi zenginliğini anavatanlarından kovdukları Ermeni ve Yunan halklarının varlıklarının üzerine konarak ve de ülkelerini sürekli bir düşük yoğunluklu savaş halinde tuttuğu Kürt halkını yok pahasına ucuz işgücü olarak çalıştırarak oluşturdu. Bu şekilde organik seyrinde ilerleyecek bir artı değer birikiminden çok daha hızlı bir şekilde zenginleşebildi.

Irkçı faşist MHP’nin ırkçı faşist kurucusu Alparslan Türkeş kendisini şöyle savunuyordu: “Bize ırkçı diyorlar. Oysa bilmeliler ki Türk milletinin kanında ırkçılık yoktur”.  Hem komik hem korkunç olan bu lafazanlık, bu cürette olmasa da, bugün bazı halkların diğerlerine nazaran ırkçılığa daha eğilimli olduğunu düşünen pek çok sol ve liberal tandanslı kişi tarafından çeşitli derecelerde savunulabiliyor.  Bazıları Müslüman halkların ırkçılığa daha eğilimli olduğunu söylüyor, bazıları Yahudilerin halk olarak şiddet eğilimli olduğunu düşünüyor.  Irkçılığa dair bu fikirlerin kendisi ırkçı. Yeryüzündeki tüm halklar homo saphiens saphiens olarak aynı zihinsel kapasiteye sahiptir ve aynı düzeyde teknik, bilim, sanat ve mizah yeteneklerine sahiptir.  Bunun dışındaki her türlü iddia ırkçı iddialardır.

Irkçılık rastlantısal ve doğal mı?

Irkçılığa dair yaygın yanlış fikirlerin bir diğeri de ırkçılığın rastlantısal, her an karşımıza çıkabilir, insanın “doğasından kaynaklanan”, en az insanlık kadar eski bir olgu olduğu. Oysa ne ırk kavramı tarihte çok eskilere kadar giden bir geçmişe sahip, ne de insanlar ırkçı olma genleriyle doğuyorlar.  Irkçılık egemenlerin şu ya da bu çıkarlarına cevap vermek için merkezi olarak oluşturulan, dizayn edilen ve son şekli yine merkezi araçlarla verildikten sonra topluma sunulan mesajlardan oluşuyor.  Irkçılık aşağıdan yukarı doğru hareket eden bir fikir değil, her zaman yukarıdan biz aşağıdakilere pompalanan bir ideoloji.  Devletler vatandaşlarının ortalaması ırkçı fikirleri savunduğu için ırkçı politikaları yürürlüğe koymazlar, tam tersine devletler ırkçı politikaları yürürlüğe koymaya karar verdikleri zaman ellerindeki kaynakları toplumdaki ırkçı eğilimleri yaratmak ve artırmak için seferber ederler.

Hiçbir halk ırkçı fikirler taşımaya bir diğerinden daha yatkın değildir ve hiçbir halk ırkçı fikirleri yaygın ve kuşaktan kuşağa kendiliğinden taşıyamaz. Her zaman bu fikirlerin yerleştiricisi ve kışkırttırıcısı bir devlet mekanizması, açıktan veya geri planda hareket eden örgütlenmeleriyle, müdahale eder.  Aynı mahallede yaşayan bir Türk ve bir Ermeni komşuluk ilişkilerinden kaynaklı gündelik herhangi bir tartışmayı defalarca yaşayabilir. Ancak bu tartışmayı koca bir Ermeni halkına karşı nefret söylemi, mülksüzleştirme, linç ve soykırım düzeyinde ancak bilinçli bir devlet müdahalesi örgütleyebilir. 

Irkçılığı birlikte yenelim

Egemen sınıfın dolayısıyla devletin ırkçılığın canlı tutulmasındaki rolünü vurgularken bundan çıkarılması gereken sonuç ırkçı söylem ve eylemlerde bulunan devletle alakasız insanların sorumluluktan muaf tutulmaları gerektiği değil elbette.  Irkçı fikirlerle karşılaştığımız her yerde bunların adını koymalı, teşhir etmeli ve tekrarlanmaması için her türlü politik müdahalede ivedilikle bulunabilmeliyiz. Bu konuda net olmak gerekir. İstanbul Valisi İstanbul’da dilencilik yapan Suriyelilerin toplama kamplarına götürüleceğini söylediğinde, İHH başkanı İsrail’in Gazze’yi bombalamasını bahane ederek mahallelerindeki Yahudiler’e karşı ırkçı sözler sarfettiğinde veya bir sosyalist olduğunu söyleyen bir parti Kürt bir cumhurbaşkanı adayının “kapsayıcı” olmayacağını söylediğinde hep bir ağızdan buna karşı çıkmak gerekir.

Irkçılığın olmadığı bir dünya mümkün ve yaratılabilir.  Irkçı fikirler işçi sınıfının birliğini bölen saçmalıklardır ve işçilerin küresel bir sınıf olarak kendi devasa güçlerinin farkına varmalarını engellemek için egemen sınıflar tarafından önümüze atılırlar. Irkçılığı parçalayalım ve ırksız ve sınıfsız bir dünyayı hep birlikte yaratalım.

Kadının beyanında kafalar karışık mı?

(20 Haziran 2014 tarihinde cinsomedya.org'da yayınlanmıştır)
Alper Ard
Sosyal Medyanın “Ölü Kızları” adlı yazımıza dekadanz.com sitesinden yanıt geldi. Blogger Ethanopium, yazımızın geneline katılmakla beraber, kadının beyanı esastır ilkesini ispat yükünü tersine çevirecek kadar radikal bir şekilde yorumlamamızdan mutlu değil.  Kafamızın karışık olduğunu düşünüyor.
Ethanopium ayrıca “Tecavüz ve tacizde ispat yükümlülüğünün şüphelinin üzerinde olması gerektiği” önermemizin bir ‘wishful thinking’ ve ‘uydurma’ iddia, ve günün sonunda ‘%100 yanlış bilgi ve hukuk cehaleti içeren bir söylem’ olduğu kanaatinde.  Özellikle feminist avukat Seher Kırbaş Canikoğlu’nun BİAMAG’da çıkan“Kadının Beyanı Esastır” ilkesinden ne anlamalıyız başlıklı yazısını esas alıyor ve bizimki gibi yorumların ilkenin kapsamını çok abartmak anlamına geldiği konusunda Kırbaş Canikoğlu’nun görüşlerini paylaşıyor.  Anladığımız kadarıyla ‘hukuki cehaletimiz’ de bir avukat olan Kırbaş Canikoğlu’nun görüşlerine katılmamamızdan kaynaklanıyor.
Tartışalım öyleyse.
Öncelikle, evet bu bir wishful thinking (tr- olması azru edilen). Evet henüz istediğimiz kapsamda uygulanmıyor ve evet biz uygulanmasını arzu ediyoruz. Buradaki çelişki nerede?  Ayrıca kadının beyanı esastır ilkesini hangi kapsamda uygulayacağımız konusunda aktivist gruplar arasında tam bir mutabakatın henüz sağlanmamış olması –çok yakında cnm inş -, neden bir “cehalet” sorunu olsun?
Gerçek o ki kadının beyanı esastır ilkesi ne bir “bilgi”, ne de bir “hukuki birikim” konusu.  Bu ilke politik bir tercih ve bir mücadele aracı. Cinsiyetçiliği, kadına karşı şiddet ve gündelik taciz pratiklerini ne kadar geriletmek istediğimiz ve ne kadar radikal bir önlem almaya hazır olduğumuzla ilgili bir tercih.
Ethanopium ne kadarına hazır olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Öncelikle ve net olarak şunu söyleyeyim. Hiçbir yerde, hiçbir adalet sisteminde (nispeten uygar ülkelerde en azından) hiçbir koşul altında, sanıklar suçsuzluklarını ispatla yükümlü değillerdir. Bu, böyle işlemiyor ve asla da işlemeyecek. Çok şükür! Emin olun, hiçbiriniz de şüphelilerin masumiyetlerini ispatla yükümlü tutuldukları bir adalet sistemi ile yaşamak istemezdiniz.”
Gerçekten böyle mi durum? Hâlihazırda daha radikal hukuk önlemleri aldığımız örnekler hiç mi yok? Cehalet tartışmasına girmeden, benzer bir hukuki örnek üzerinden gidelim. Çocukların cinsel istismarı suçunu ele alın.  18 yaşını doldurmuş birisinin 18 yaşını doldurmamış birisiyle cinsel ilişkiye girmesini toplum olarak yasaklıyoruz. Çok azımız dışında ezici çoğunluğumuz böylesi bir ilişkinin çocukların suiistimaline yol açacak bir ilişki olacağı konusunda mutabıkız.  Oysa realitede her spesifik örnekte durum böyle olmayabilir. 99 örnekte çocuk travmatik bir deneyimden geçerken, 1 örnekte çocuk ve yetişkin rızaya dayalı, manipülasyondan uzak, çok dengeli bir ilişki içine girmiş olabilir. Mümkündür.  Hayat bu.
Ama gerçek hayat istisnaları her nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, o doksan dokuz çocuğun vücut bütünlüğü bizim o kadar önemli bir konu ki, istismar konusu çocuğun bu konuda rızası var mı yok mu, bu ilişki gerçekten kendisi için travmatik bir ilişki olmuş mu olmamış mı hiç bakmıyoruz. En ufak bir risk almıyoruz, ve hukuk sisteminin de almasına izin vermiyoruz. Bırakın şüphelilerin masumiyetlerini ispatla yükümlü olmasını, şüphelilere masum olduklarını ispat şansı bile vermiyoruz.
Sağlıklı olan da bu zaten. Gerçek hayatın ihtimaller evreniyle genel geçer kurallar koyma gerekliliğinin kesiştiği bir yerde, elimizdeki sosyolojik verilere bakarak varsayımsal bir çizgi çekmek zorundayız.  Bu varsayımın ne kadar gerçekçi bir varsayım olduğu ayrı bir tartışma, ama birilerini, ezilmekte ve zayıf konumda olan birilerini korumak için bazı istisnaları göz ardı etmek pahasına getirdiğimiz bir varsayım bu.
Kadının beyanı esastır ilkesiyle savunduğumuz da bu zaten. İlke bazı erkekleri hiç suçlu olmadıkları anda mahkum edecek olabilir.  Ama yine de ilkenin koruduğu diğer doksan dokuz haklı iddia karşısında erkeklerin elini taşın altına sokmaları gereken bir risk bu.   İlke sonuna kadar uygulanmalı ve kanıt yokluğunda bile kadınların beyanı esas alınmalıdır.
Kadının beyanı esastır ilkesi hakkında şu Marksist.org’da çıkan şu derli toplu notlarıyararlı bulabilirsiniz.
Ayrıca bu ilkeye neden ihtiyaç duyulduğu hakkında yine verilere dayanan bir yazımız da şurada var.
Bir göz atın, ikna olmazsanız yine konuşalım.
Toparlayacak olursak, kadının beyanı esastır ilkesi konusunda bizim kafamız karışık falan değil, sadece Ethanopium ve Seher Kırbaş Canikoğlu gibi düşünenler bu konuda yeterince radikal bir politik hattan bakmıyorlar. Oysa her gün daha fazla kadın ölümleri ve tecavüz haberi ülkenin her tarafından yağıyorken… bakmalılar.

'Kadının Beyanı Esastır' ilkesinin pratik nedenleri

 
 
Kadın hareketinin kadınların erkekler tarafından maruz kaldıkları taciz ve şiddet eylemlerine  maruz kaldıkları cinsiyetçi bir dünyada yaşıyoruz. Taciz ve kadına şiddete karşı hareketin geliştirdiği araçlardan biri de ‘Kadının beyanı esastır ilkesi’ (KBE İlkesi). KBE İlkesi, kadınların erkekler tarafından maruz bırakıldıklarını beyan ettikleri taciz ve şiddet vakalarında “masumiyet karinesi”ni tersine çeviriyor, ve aksi ispatlanana kadar ve ispatlanmadığı müddetçe kadının beyanının esas alınması gerektiğini savunuyor.
KİB İlkesi elbette bir aksiyom, bir karine. Yani hukuki bir varsayım. Sık yapılan bir yanlış KİB İlkesi’nin hukuk normlarının yegane varsayımsal ilkesi olduğunu söyleyip, güvenilir çözüm olmadığını iddia etmek.   CSI dizileri çağında yaşıyor olmamızın fazla etkisinde kalmış olabilecek bu görüş, KİB İlkesi uygulanmasa burjuva ceza sistemi normalde her şeyi DNA örnekleri, kamera kayıtları, banka hesap dökümleriyle kanıtlayabilirmiş gibi düşünüyor. İlkeye yukarıdan bakıyor. Kadının beyanına güvenmenin bir varsayıma güvenmek olduğunu düşünüyor, ama erkeğin beyanına güvenmenin de bir varsayım olduğunun üzerinde durmuyor.
Birkaç veri üzerinden geçelim:
Amerikan Adalet Bakanlığı’nın Ulusal Suç Mağdurları Araştırması (2008-2012) verilerine göre, her 100 cinsel saldırı ve tecavüz vakasından yalnızca 40’ı polise bildiriliyor. Bu sayının sadece 10’u bir tutuklamayla sonuçlanıyor. Bu tutuklulukların yalnızca 8’i hakkında bir ceza soruşturması açılıyor.  Bu sayıdan sadece 4 kişi ceza alıyor ve bu 4 kişiden sadece 3’ü cezaevine giriyor. Yani kadınların maruz kaldığı tecavüzlerin %97’si cezasız kalıyor.
Ve unutmayın, bu sadece tecavüz.  Kadınların maruz kaldığı saldırı ve cinsiyetçi pratikler skalasının en uç örneği, yani en çok soruşturulanı. Skalanın diğer tarafında doğru ilerledikçe devlet tarafından daha az tehditkar görünen gündelik taciz eylemlerinin (sözlü taciz, fiziksel taciz, takiple taciz vs) raporlanma ve cezayla sonuçlanma oranlarının %3’lük oranın da kat be kat altında olduğunu varsayabiliriz.   Üstelik kadınların maruz kaldıkları tacizi ispat şansları tecavüz ve cinsel saldırı suçlarına nazaran çok daha sınırlı, çünkü çoğu durumda delil olarak ileri sürebilecekleri herhangi bir fiziksel bulgu olmayabiliyor.
Peki tam olarak bilebilir miyiz? Hayır. Karşımızda sindirme ve vazgeçirme üzerine kurulu koca bir devlet mekanizması olduğu için, elimizde hiçbir zaman konunun gerçek boyutlarını tam olarak gösteren bir veri olmayacak.  Bu fikre kendinizi alıştırın. Ampirik değil, sosyolojik bulgulara göre hareket etmek zorundayız.
KBE İlkesi’nin pratik sonuçlarını kendimize hatırlatmak zorundayız. KBE İkesi’ni uygulamak daha fazla kadının taciz ve şiddete karşı sesini çıkarabilmesini ve maruz kaldığı eylemleri ilgili mercilere bildirmek konusunda kendisini daha güvende hissetmesinin önünü açıyor.
Tam tersi ise daha fazla kadını susmaya sevkediyor.
KBE İlkesi, uygulandığı yerlerde hem predatör tacizcileri büyük bir “ispatlanamama” silahından mahrum bırakıyor,  hem de geri kalan biz diğer erkekleri “tacizde gri alan” sayılabilecek eylemlerden kaçınma konusunda daha diken üzerinde olmak zorunda bırakıyor. Ve inanın bu iyi bir şey.
Tam tersi ise daha fazla tacizciye tacizinin yanına kar kalacağı mesajını gönderiyor.
Erkekler olarak haksız bir ithama maruz kalma ihtimalimiz olan her 1 olay karşısında, kadınların maruz kaldığı ve takibi yapılmamış 99 gerçek ve haklı olay olduğunu akılda tutmaya ihtiyacımız var. Ortada korkunç bir eşitsizlik var ve biz buna cinsiyetçilik diyoruz.
Unutmayalım ki, KBE İlkesi’ne ihtiyacımızın kalmayacağı, cinsiyetçiliğin tarihin çöp sepetine atılacağı bir gelecek var ve de mümkün. Ama bu gelecek bugün ısrarla ve tavizsiz bir şekilde kadının beyanı esastır dememizden geçiyor.
Alper Ard (Antikapitalista Dergisinin Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır)

6 Temmuz 2014 Pazar

kölenin tembelliği




Aşağıdaki notlar 24 Ağustos 2013'de twitter üzerinden paylaştığım bir seri. 


  • Öncelikle şuna bir bakın. Rekabetin verimlilik doğurduğu yalanı çöpe: Çalışanları arasında rekabeti teşvik etmek Microsoft'un elinde patladı:



  • "Sağlıklı" rekabet diye birşey yoktur. Rekabetin yerini ortak kararların ve işbölümünün aldığı bir ekonomi mümkündür ve daha iyi işler.

  • Kendisini iş arkadaşlarıyla rekabet içinde bulmayan çalışanların daha tembel olacağını düşünüyorsanız, tembellik kavramınızı gözden geçirin. 

  • Tembellik diye birşey var, çünkü insanlar emeklerini başkalarına satmak ve hiçbir zaman kendilerine yaramayacak işler üretmek zorunda.

  • Kapitalizm emeğimize yabancılaşmamızın üzerini örtmek için "çalışkan" olmayı fetişleştirir.

  • Ne için çalışıldığına bakmadan sırf "çalışkan" olmanın kendisini överken buluruz kendimizi.

  • "tembelliği" ise sırf "çalışkan" olmanın tersi olduğu için ve hangi işten kaytarıldığına bakmadan yereriz.

  • Çalışkan patronları, sömürücüleri, hırsızları, katilleri, savaş suçlularını övmektense tembel olanlarını övmeyi tercih ederim. 

  • Şuna bakın bir örneğin. Amerikan İç Savaşı'nda özgürlük isteyen "tembel" siyah köleleri yeren bir karikatür:



 Ustabaşı: "Lanet olasıca Sezar. Yattığın yerden kalkacak mısın? Yoksa ben mi uyandırayım seni?"

Sezar Amca (esneyerek): "Vay anasına Bay Hogan. Rüyamda Ocağın biriydi günlerden ve istediim gadar uyuyacadım."

(alper - bozuk türkçe'yle çevirdim, çünkü orjinal karikatürist de bozuk bir İngilizce atfetmiş afrikalı kölelere. Neyin bozuk türkçe olduğuna dair çeviri tercihleri tamamen uydurma ve bana ait, konuştuğunuz herhangi bir şiveye denk geliyorsa şimdiden özürler. )



  • Özgürlüğü haketmeyen tembel köle stereotiplerine devam: 



"Zenci, yukarıdaki gibi, efendi ve kendisinin konumlarının değişmesinin hayalini kuruyor" 


  • Komik bir siyah mahkum / köle. Aptal ve tembel olduğu için angarya işlerden kurtulup bir an önce salıverilmek istiyor:




Cezaevindeki Karasurat: "Patron, Ocah ayındayız değel mi?"

Gardiyan: "Evet - öyleyse ne olmuş?"

Karasurat: "Limkum Bey'in Özgürlük Beyannamesi çalışma mahkumu tüm zencileri Yeni Yıl'dan soora serbest bırahın diyur. Bu yüzden beni bırahmanız icab ediyur!"

(Limcum = Abraham Lincoln'un ismini telefuz edememesinin mizahı yapılıyor. alper ard)


***


  • Yakın tarihteki kölelik düzeninin "tembel köle" imgesine bu kadar yüklenmiş olmasının günümüzü de bir nebze açıklayan bir sebebi olmalı? 

  • Şu videoyu hatırlıyorsunuz değil mi: Okey oynayan "tembel" banka memuru. Nedense büyük bir günah işlediği konusunda hepimiz mutabıkız: 





  • Herkes videodaki bu banka memurunu topa tutmuştu. Ama bu banka memurunun günde ya da haftada kaç saat çalıştığı, kaç kere tuvalet ya da sigara molası verebildiğine dair bir haber hatırlamıyorum.

  • Başbakanın, TÜSİAD üyelerinin ya da generallerin mesai saatleri içinde okey oynayıp oynamadıklarına ilişkin bir haber de hatırlamıyorum.

  • Şöyle bitireyim... Kölenin birinci hakkı özgür olmaktır. Özgürlük mümkün olmadığında tembellik hakkıdır. Ergo, kölenin tembelliği meşrudur...

  • Özgür olup olmadığına bakmadan insanları tembellikle damgalamak ise, en iyi ihtimalle egemen fikirlerin etkisi altında olduğunuzu gösterir...



İslamofobi ve Cinsiyetçilik: Ahmet Nesin vakası



 

06 Mayıs 2014 tarihinde CinsoMedya.org sitesinde yayınlanmıştır.         

Merhabalar. Adım Alper. Bir süredir okumakta olduğunuz bu blogu iki kadın bir erkek editörden oluşan ekibimizle yazıyoruz ve anaakım medyadaki cinsiyetçi söylem ve hikayeleri ifşa etmeye çalışıyoruz. Blog yazarları olarak İslamofobi denen şeyle de özel bir derdimiz var. Yazmak istiyorduk ne zamandır. Bugüne kadar taradığımız ve bize iletilen haberlerde bu kadar açıktan denk gelmemişiz belli ki.  Ama ne yaparsınız, kısmet bugüneymiş.
Bilebileceğiniz üzere yazar Ahmet Nesin kişisel blogunda 1 Mayıs’daki polis şiddetini AKP’li bakanların eşlerinin başörtülü olmasına bağlayan ve “Kocadan Örtünenler ve 1 Mayıs…” başlıklı bir yazı yazdı.  Kendilerinden haz etmemek için yeterince nedenimiz olan ODA TV de bunun üzerine iştahla atlamış ve yazıyı sitelerine aynen koymuş. “Kadının kapanma özgürlüğünü savunanlar bu yazıyı okusunlar” diye de başlık atmışlar.
1 Mayıs’taki polis şiddeti sorunu ve hükümet üyelerinin eşlerinin örtünme pratikleri arasında sürreel bir kolerasyon olsa gerek.
Yazıda şu şekil bir ton tutturmuş Ahmet Nesin:
 “[...] Analizime göre ilk sırayı Hayrünnisa Gül aldı. Çünkü Hayrünnisa Gül örtülü olduğu için üniversiteye gidemeyip Türkiye aleyhinde AİHM’de dava açan kişidir. Oysa Hayrünnisa Gül o kadar özgürlük düşkünüdür ki, bugünlerde şaşkınlık içerisinde izlediğimiz gibi, bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimi için Recep Tayyip Erdoğan’a karşı daha demokrat olduğu söylenen kişi tarafından 14 yaşında ailesinden istenmiştir. İşte o an Hayrünnisa Gül’ün özgürlüğü bitmiş, aile erkeklerinin sözünü dinlemek zorunda kaldığından 15 yaşında evlendirilip, kocası tarafından liseden alınıp, başı kapatılmıştır. İşte bu Hayrünnisa Gül erkeğin dediğini yapıp sonra da kadının kapanma özgürlüğünün savunucusu olmuştur.”
Öncelikle 1 Mayıs’ın coşkulu geçmesi gibi bir derdi olan birinin sınıfsal bakış açısına sahip olmasını beklemek hakkımız sanırım.  Aralarındaki tek ortak nokta dindar ve başörtülü olmak olan Cumhurbaşkanı’nın eşi ve AKP’nin tabanındaki milyonlarca yoksul kadını aynı ipte hizaya çekmek, bana sorarsanız oldukça sınıf körü bir yaklaşım. Nasıl diyorsunuz… lümpence.
Ayrıca diyelim ki aralarında hiçbir sınıfsal fark yok, biri elma biri armut değil, Hayrünnisa Gül özelinde başörtülü kadınları “erkeğin dediğini yapıp sonra da kadının kapanma özgürlüğünün savuncusu olmakla” güya çelişkili olmakla itham eden dil kiminle mücadele ediyor, kiminle alay ediyor? Baskıyla mı? Yoksa baskı altında olduğunu söylediği kadınlarla mı? Nasıl diyorsunuz… dangalakça değil mi bu?
Ahmet Nesin analizine Emine Erdoğan ile devam etmiş, “15 yaşında ağabeyi kapanmasını istiyor, kendi söylediğine göre bundan dolayı intiharı dahi düşünüyor ama sonuçta erkek erki onun da kapanmasına neden oluyor” demiş.
15 yaşında bir genç kadını, herhangi bir yaştaki bir kadını, intiharı düşünmeye sevk edecek kadar veya daha azı baskıyla, herhangi bir şey yapmaya zorlayacak ağabey erkeklere HÖT dememiz gerektiği konusunda mutabık olmayan var mı, zaten yok. Ama Ahmet Nesin’in derdi burada elbette bu değil. O, yaşadıkları süreçlerden bağımsız, kadınların günün sonunda örtünmüş olup olmadıklarıyla ilgileniyor, “bakın aslında hepsi böyle” demeye getiriyor. O halde şunun adını koyalım. İstediğiniz kadar çizmeye çalıştığınız tabloyu “erkek erki”, “erkeğin dediğini yapmak” gibi sözlerle süsleyin, bu yaptığınız düpedüz cinsiyetçilik.    
 
Şöyle diyor Ahmet Nesin kısaca: ailesindeki erkeklerin zoruyla mı takmış, yoksa kendi iradesiyle mi takmış buna bakmam, kadının beyanına bakmam, sonuç olarak takıp takmamış olmasına bakarak burada bir baskı olup olmadığına karar veririm.  Bir kadının zorla ve şiddet tehdidiyle herhangi bir davranışa zorlanması ile herhangi bir davranışı kendi iradesiyle yapmayı tercih etmesi arasındaki fark Ahmet Nesin gibiler için belli ki önemsiz. Ama cinsiyetçi bir dünyada yaşayan üç buçuk milyar kadın için oldukça hayati bir mesele. Kadının iradesi denen şey sizin için önemsiz olabilir, ama bugün başörtüsü hakkı, yarın kürtaj hakkı, öbür gün tacize karşı “hayır hayır demektir” mücadelesi ve daha birçok gündelik toplumsal cinsiyet meselesinde kadınların tekrar tekrar erkeklerin yüzüne bağırmak zorunda kaldıkları bir varkalım meselesi bu, benim iradem diyebilmek. 
Sevgili modernci erkekler, dindar kadınlara zihinsel engelli muamelesi yaparak kadınların kurtuluşuna katkıda bulunacağınıza gerçekten inanıyor musunuz? Kadınların başörtüsünün bir “kadının iradesi ne yönde” sorunu olmadığını iddia ederek, “kadının rızası” / “kadının iradesi” kavramlarını tehlikeli bir biçimde önemsizleştirmiş ve dolayısıyla cinsiyetçiliği yeniden üretmiş oluyorsunuz.
İslamofobik erkekler kendi cinsiyetçiliklerini istedikleri kadar bir kadın özgürleştirmesi hikayesi arkasına saklamaya çalışsınlar, günün sonunda kadınlara kendilerini yetersiz ve insan-altı hissetmeleri  telkininde bulunmaktan ve muhafazakar erkek meslektaşlarının yaptıkları gibi kadınları düzenli bir suçluluk duygusu ile denetim altında tutmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Cinsiyetçilikle mücadele değil bu, aksine cinsiyetçiliğin modern Batılı kompartmanına tünemek sadece.  Modernci cinsiyetçi erkekler muhafazakar cinsiyetçilerden olmadıkları için bizden bir alkış bekliyorlarsa bir an önce gerçeklik ayarlarını gözden geçirmeliler. Zira dindar kadınların zerre umrunda değilsiniz ve cinsiyetçi dilinizle kimseyi özgürleştirmeye hizmet etmiyorsunuz.

"ehe ehe" yapan sosyalistler ve onları beğenmeyenler

 
 
Marksizm 2014 Konferansı hakkında ekşi sözlükte yazılan bir nota cevabım. Cevap verdiğim notu en aşağıya ekledim. Ekşi sözlük yazarı dostum mrknowitall da beni adıma yazıyı yayınlamıştı.
 
dsip üyesi alper ard, marksizm 2014'te yaşananlara dair hoş bir cevap yazmış;

“merhaba. adım alper. global village adlı kullanıcının yukarıda bahsettiği “ehe ehe” yapan dsip üyesiyim. benim de programım yoğun olduğu için global’in yorumunu daha önce göremedim ve şimdi cevap verebiliyorum.

doğrudur. dsip’in düzenlediği marksizm toplantılarında her sene toplantı katılımcılarıyla tanışmaya, onların tartışmalar hakkındaki izlenimlerini almaya çalışırız ve eğer tartışılan fikirlere ikna iseler dünyayı bu fikirler etrafında değiştirme mücadelemizde devrimci partimize katılmaya davet ederiz. evet büyük laflar bunlar, ama durum bu.

global de bu çerçevede konuştuğumuz katılımcılardan biri. benim hakkımda anlattığı anekdotu çok iyi hatırlıyorum. onun yazdığının aksine ben yaklaşık 2 dakikalık tanışıklığımızın, onun deyimiyle “inşa ettiğim sevimli ortamın”, her iki taraf için de gayet keyifli geçtiğini ve o da bana tüm güleçliğiyle “ehe ehe” yaparken kendisinin ilgi çekici ve samimi bir insan olduğunu düşünmüştüm.

meğersem durum bambaşkaymış. ben tüm “sevimliliğimle” tartışma açmaya ve karşımdaki insanın ikna olmadığı fikrin hangisi olduğunu anlamaya çalışırken, bizim global akşam eve gidince internet başında bize ne kinayeler döşeneceğini aklından geçiriyormuş meğer.

bak sen şu allah’ın işine!

şu ya da bu konuda politik aktivizm yapanlar bilirler, genelde durum bunun tersidir. insanları şu ya da bu politik kampanyaya, gruba, partiye davet ederken normalde hareketlerinde sahtelik şüphesi altında olan sizsinizdir. karşınızdaki insan daima sorar, acaba samimi misiniz? gerçekte neyi pazarlamaya çalışıyorsunuz? insanları hangi şahsi çıkar için “kafalamaya” çalışıyorsunuz? insanlar, çoğu zaman haklı olarak, davetinizi günlük hayatlarında bildikleri en yakın kategori içinde anlamlandırmaya çalışırlar. davetinden maddi bir menfaat elde etmeye çalışan bir pazarlamacı, bir sokak satıcısı, ısrarcı bir müşteri hizmetleri temsilcisi olarak görülürsünüz. bu durumda bir politik aktivist olarak yapmanız gereken şey karşınızdaki insanı samimi olduğunuza ikna etmektir. insanların güvenini kazanmak, ya da daha doğrusu güvenlerini hak etmektir.

kolay iş değil. saatlerinizi, günlerinizi, aylarınızı alabilir. kararlı olmanız ama bunaltıcı olmamanız gerekir. karşınızdaki insanın eleştirilerini dikkate alıp, gerekirse kendi fikirlerinizi yeniden gözden geçirmeniz gerekir. birçok kapıyı çalıp, çok az cevap almaya hazır olmanız gerekir. sıklıkla terslenmeye ve -bu durumda olduğu gibi- dalga geçilmeye hazır olmanız gerekir. ve daha bir sürü şey. bir aktivistler ağı örmenin bilinen daha kestirme bir yolu yok. inanın olsa onu yapardık. ama yok.

durum böyleyken, eleştirinin tam olarak ne olduğunu anlamış değilim. ismi devrimci sosyalist işçi partisi olan bir kurumun düzenlediği marksizm isimli konferansın katılımcılarını sosyalist partimize üye olmaya davet ettiğimiz için mi tacizkar olmakla eleştiriliyoruz? bu davetten utanmamız, davetimiz ifşa edildiği için bundan mahcubiyet duymamız mı bekleniyor? bunu bekleyen birisi sanırım ya ciddi bir anti-komünizmden muzdariptir ya da “devrimci dediğin öyle ehe ehe yapmaz, komiklik yapmaya çalışmaz, insanları sosyalizme davet etmez, dik durur insanların kendi ayağına gelmesini bekler” diye düşünmektedir. bu sekter tuhaf düşüncenin sahibi her kimse, burnundan kıl aldırmayan karizmatik ağır abi solculuğuna hayranlığını henüz yenememiş demektir.

neyse uzatmayayım. global gibi internet siniklerine hayatlarında başarılar. dsip’in fikirlerini merak edenlere ise kapımız her zaman açık. dsip savunduğu fikirlerin gücüne güveniyor, bazı klavye kabadayılarının aksine, yüz yüze diyalog şansı kendini gösterdiğinde buna sırtını çevirmiyor ve tartışmadan kaçmıyor.

hadi o zaman madem ifşa edildik bir kere, buradan da söyleyeyim:

hadi bugün dsip’in internet sitesini http://dsip.org.tr/ ’yi ziyaret edin, neler savunduğumuza bir bakın.

hatta buyrunuz email adresim: alperard@gmail.com

değiştirmemiz gereken bir dünya, bir araya gelmemiz için milyonlarca haklı neden var. bana dsip’e üye olmamak için üç neden verin. tartışalım. bakarsınız siz bizi ikna edersiniz…

alper ard"
 
 
 
Cevap verilen entry:
 
 

şahsi yoğunluğum sebebiyle ancak bugün gidebildiğim toplantılar silsilesidir. günün ilk iki oturumuna katıldım, sonra çıktım gittim. öncelikle yüksel taşkın'a tekrar tekrar büyük bir hayranlık duydum. gerçekten kendisi özellikle iran konusu başta olmak üzere dış politikada çok derin bir bilgi birikimine sahip ve insanı zerre sıkmadan aydınlatabilme gibi nadir bulunan bir özelliği var.

bunun dışında yine tipik bir marksizmdi. 3.5 saat civarında salonda olmama karşın 1 kere bireysel olarak sayısız kere de salonca dsip'li olmaya davet edildik. ilk olarak kadınlar ve translarla ilgili dsip'in düzenlediği bir toplantı olacakmış mayıs'ta, bir arkadaş ona davet etti. mail adresi falan istedi, e verelim bari dedik. sonra e şimdi biz bunun ödemesini peşin yaptık da sonrasında senden de gelip biraz nakit isteyeceğim ehe ehe diyerekten gerçekten çok sevimli bir ortam inşa etti. ardından marksizm'e ilk kez mi katılıyorsun, sorusuna birkaç kez daha gelmiştim dememe müteakip e o zaman üyeliğin zamanı gelmiş, dedi. gerek duymuyorum ben dememin üstünden 1 salise dahi geçmeden bana 3 neden ver dsip'e üye olmamak için hepsini çürüteyim dedi. gazeteciyim der demez de, he o başka tabii diyerekten kendince espri yapıp durumdan sıyrılmaya çalıştı.

bunun dışında yine, her zaman olduğu gibi oturum sonlarında dsip'liler mikrofonları kaparak propaganda yapmaya, partiye davet etmeye ve ısrarla sorulara ayrılan bölümde soru 'sormamaya' özen gösterdiler. tabii hepsinin ardından da şenol karakaş yine çıkıp şimdi oradan bakınca salt propaganda yapıp partiye davet ediyoruz gibi geliyor; ama ben de konuşmamın sonunda sizi partiye davet edeceğim ehe diyerekten komikliğini yapmıştır yine.

sözün özü değerli konuşmacılar geliyor; fakat dsip'lilerin üye ol tacizlerine ve propagandalarına katlanabiliyorsanız gidin, izleyin derim.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Haftasonu neden sadece iki gün?





Bu pazartesi de birçoğumuz işe, okula, meşgalemize gidiyoruz. Bunun nedeni adına haftasonu dediğimiz dinlenme diliminin bize ayrılan kısmının sonuna gelmiş olmamız. Adına pazartesi dediğimiz gün sevmediğimiz rutin hayatla o kadar özdeşleşmiştir ki sisteme olan adı konulmamış nefretimiz bu hayali günde vücut bulur: Pazartesi sendromu.


Peki pazartesileri neden çalışmak zorundayız? Neden haftasonunun bir parçası değil?
Dünya neden güneş etrafında döner? Gökyüzü neden mavidir? Isınan hava neden yükselir? Su neden sıfır derecede donar? Haftasonun neden sadece iki günden ibaret olduğunu sormak bu soruları sormaya bir yönüyle benziyor, bir yönüyle benzemiyor. Benziyor çünkü hepimizin bariz bir doğa kanunu olarak algıladığımız bir bilgiyi sorgulamış oluyoruz. Benzemiyor çünkü diğer soruların cevapları hakkında soru sahibini bir uzmana yönlendirmek mümkünken, haftasonu sorusunun sahibine herhangi bir cevap vermemiz gerektiğinden emin değilizdir. Sorunun absürd bir tınısı olduğunu düşünürüz. Soruyu soranı bir şekilde ele veren, onun hakkında belli bir takım yargılara varmamıza olanak veren bir sorudur aynı zamanda. Bu kişi ya ciddi dünyayla, ya da gerçeklikle bağını kaybetmiştir, ya mizahçıdır ya da tembelliğine kulp aramaktadır.


Aksini düşünmek o kadar akıl dışıdır ki, günlük falımızda yazılan saçmalıkların gerçekleşme ihtimalinin, ya da piyangoda büyük ikramiyenin bize çıkma ihtimalinin, ya da insanın on yıla kadar Mars'a ayak basacak olması ihtimalinin, pazartesilerin tatil ilan edilmesi ihtimalinden çok daha yüksek olduğunu düşünürüz. Deriz ki, dünya böyle. Biz doğduğumuzda dünya böyleydi. Annemiz ve onun annesi doğduğunda da dünya böyleydi. Biz ölene kadar da değişmeyeceğine inanmak için yeterli sebebimiz var.


Neden bundan bahsediyorum. Şu haber sebebiyle: Orta Afrika ülkesi Gambiya'da devlet daireleri için haftasonu izni Cuma gününü de kapsayacak şekilde üç güne çıkarılmış. Özel sektör çalışanları kapsam dışı bırakılmış. İlk haberlere göre ülkeyi 1994'den bu yana yöneten darbeci Yahya Jammeh görünüşe göre tek kişilik kararıyla bu tatili uygun görmüş. Bunu çalışanlarının basıncı sebebiyle yapmış olması daha olası, yine de tam detayları bilmiyoruz. Muhalefetteki sözde işçi partisi başkanı Hamat Bah da üç günlük haftasonu kararına itiraz etmiş. "Daha fazla tatil günü ülke ekonomisi için kötü... Zaten işçilerin gün içinde çalışmaya başlaması internetti ulaşımdı derken 10'u 11'i buluyor". Tüm tuhaflığına rağmen itiraf edelim ezber bozan, egemenlerin canını sıkacak bir haber. Nasıl derler... kötü örnek.


Bizde olur mu? Neden olmasın? Türkiye'deki seçmenlerin ezici çoğunluğu ücretli çalışan sınıfın üyesi. Kendileri ya da ailelerinin en az bir üyesi büyük küçük herhangi bir iş yerinde haftanın beş, altı ya da yedi günü çalışıyor. Herhangi bir işyerinde ya da ulusal çapta iş saatlerinin düşürülmesi ya da haftalık işgünlerinin azaltılmasına ilişkin bir oylama yapılsa sizce bu kararın sonucu ne olurdu?


Kapitalizm, kendisinden önceki diğer tüm sınıflı toplum düzenleri gibi, bir grup insanın kendi alehyine başka bir grup insan için sürekli çalıştığı bir toplumsal düzendir. Bu yüzden, kendisinden önceki tüm sınıflı toplumlarda yapıldığı gibi, hatta muhtemelen onlardan daha fazla, çalışmayı sırf çalışmak olduğu için över. Tembelliği de sırf çalışkan olmanın tersi olduğu için yerer. Bu yüzden çoğu zaman kendimizi karşımızdaki insanın ne için çalıştığından bağımsız olarak çalışkan olmasını överken buluruz. Kapitalizmin bize aşıladığı bakış açısından baktığımızda çalışkan hırsızları, çalışkan işkencecileri, çalışkan sömürücüleri, çalışkan yalancıları takdir etmenin ahlaki bir zorunluluk olduğunu düşünürüz. Az çalışmayı istemek ise kişinin kendisine öğretilmiş mahcubiyet duygusuyla savaşmasını gerektirir.


Oysa içten içe daha az çalışmayı isterken yalnız değiliz. Daha az çalışma hakkı işçi sınıfının sürekli dile getirdiği bir özlem. Dünya işçi sınıfı tarih sahnesine çıktığından bu yana patronlara karşı sayısız hak kazandı. Önce 12 saatlik işgünü, sonra 8 saat, sonra haftasonlarının kazanılması. Haftalık çalışma saatinin düşürülmesi çeşitli ülkelerde, o ülkelerin işçilerinin kazanımlarına bağlı olarak değişiklik gösterdi. Türkiye'de resmi çalışma süreleri haftada 45 saat, İngiltere'de 40, Fransa'da 35, Hollanda'da 30 saat.


Hiçbiri Allah'ın emri değil, hepsi yeterli sayıda olursak avaz avaz talep edebileceğimiz ve kazanabileceğimiz süreler. Kendi gelişimimize, ailemize, sevdiklerimize, hayallerimize ayıracak daha fazla vaktimizin olmasını istemek bir haktır. Bu mümkün.


Alper Ard

Charlize Theron güzel kadın ama E.Özkök'ün tipi değil



Kendisi de saklamıyor zaten, Ertuğrul Özkök'ün hayatta en çok haz aldığı iki şey var: İnsanların korkuyla karışık bir saygı duyduğu güçlü erkeklerle, bir de herkesçe arzulandığını düşündüğü güzel ve ünlü kadınlarla fotoğraf çektirmek. İlaveten mümkünse kendileriyle ayak üstü havadan sudan muhabbetlere girmek, yakaladığı küçük flört anlarında karşısındakinin sınırlarını test etmek ve bütün bunları yapabildiğini bizlere elli puntoluk manşetlerle ilan etmek.
Geçtiğimiz hafta Charlize Theron'la Davos toplantılarında karşılaşmışlar. Özkök hemen bu anı ölümsüzleştirmiş ve tam sayfa haberini yapmış. "Davos'ta Açıkladı: Bakireyim" başlığını uygun görmüş. Altına da -Theron'un ya da bizim kendisinin bu konudaki kararını sorduğumuzu düşündüğünden olacak- "Çok güzel kadın ama bana göre değil" diye not düşmüş. "O yüksek topuklarla benden uzun görünüyor... Çok ince, hatları çok düz... Etkileyici bir kadın. Özellikle gözleri insanı çarpıyor. Ama dediğim gibi, benim kadın tipim değil. Scarlette Johannson'u tercih ederim".
Cinsiyetçiliğin daniskası bir küstahlık sergilerken Özkök hemcinsleri arasında yalnız değil. Belli ki kadınların sürekli dış görünüşleri hakkında diken üzerinde kalmaları, her an bir notlamaya tabi tutulmaya hazır olmaları gereken bir dünyada yaşıyoruz. Kadınlar hayatları boyunca, hepimize öğretilen ve son şeklini ana akım görsel medyanın verdiği tuhaf bir güzellik anlayışına ayak uydurmak zorunda. Charlize Theron ve Scharlette Johannson gibi az sayıdaki kadının 'ödül eşler' (trophy wife) olarak vitrine konulduğu, genelde ırksal tercihlerden ve toplumsal güç ilişkilerinden fazlasıyla etkilenen bir güzellik anlayışı bu. İster bu güzellik kategorisine girsinler, ister dışında bırakılsınlar, tüm kadınlar üzerlerindeki bu kesintisiz baskıyla başetmek zorunda.
Dünya kadınları 2011 senesi içinde biz erkeklerin güzellik anlayışımıza hitap edebilmek için 38 milyar dolarlık kozmetik harcaması, 1,1 trilyon dolarlık moda harcaması, ve sadece Amerika'da 10,4 milyar dolarlık estetik cerrahi harcaması yapmış.
Erkekler olarak çoğu zaman belirli bir alaycılıkla kadınların parlak taşlar, güzel kıyafetler, fönlü saçlar ve dış görünüşlerine ilişkin tüm diğer özenlerinin gizemli dişil doğalarına ait bir kuruntu olduğunu düşünürüz. Bu cinsiyetçi tezin savunucuları, kadınların kendi aralarındaki günlük rekabetin varlığını sorunun kendilerinden kaynaklandığının kanıtı olarak öne sürerler. Oysa bu güzellik rekabeti de kadınların kromozonlarından değil, toplumsal bir sorundan, cinsiyetçilikten kaynaklanıyor. Amerikalı feminist yazar Leora Tanenbaum 'Saç Saça Baş Başa / Kadınlar Arası Rekabet' adlı kitabında şöyle anlatıyor:
"Dış görünüşümü başkalarıyla karşılaştırma ve neyin onlarınkine benzeyip benzemediğini saptama dürtüm, kültürümüzdeki dar fikirli güzellik kavramından kaynaklanıyor... Hiyerarşiye önem veren rekabetçi bir kültürde güzel olarak adlandırılan kadınlar azınlığı oluşturur. Çok azı, en dar tanımıyla güzelliğin görünüşteki o büyülü içeriğini elde etme ayrıcalığına sahiptir. Herkes güzel olarak kabul edilseydi, güzellik kavramı denetleme gücünü kaybederdi. Dolayısıyla, tanım olarak güzellik, az bulunur bir metaymış gibi ele alınır."
Tanenbaum açık açık adını vermemiş ama belli ki o da sorunun, rekabetçi doğasıyla bilinen ünlü ekonomik sistemimizle bir ilgisi olabileceğini düşünüyor. Daha açık bir örnek üzerinden gidelim mi: İngiliz Daily Mail gazetesinin 24 Ocak tarihli haberine göre İngiliz kadınları 1950'lerin standardlarına göre daha kilolu hale gelmişler. Sebep ise ev işlerine eskisi kadar vakit ayırmıyor olmaları! Bir grup bilimcinin (!) yaptığı araştırmaya göre ev aletleri modernleşen kadınlar eskisine göre günlük 1,000 kalori daha az yağ yakıyorlarmış. Araştırma grubunun lideri Ros Altman "eğer çamaşır makineleri olmasaydı bu kadınlar daha ince bir görünüme sahip olacaklardı" diyor.
Şimdi burada duralım. Nasıl bir anlayış, ev işlerine daha fazla vakit ayıran kadınların daha ince, daha güzel olduğu yalanını yayma ihtiyacı duyar? Kadınların fiziksel güzellikleri üzerinden nesneleştirilmeleri neye ve kime hizmet ediyor? Medya neden tekrar ve tekrar kadınların bedenleri üzerinden anlatılan hikayelerle dolu?
Elbette cinsiyetçiliğin basitçe bir kapitalist komplo olduğunu iddia etmiyorum. İkisi arasında bence bir ilişki var. Ama bir ilişki olması bu ilişkinin otoban gibi dosdoğru olduğu anlamına gelmiyor. Ama işin çok basit ve dosdoğru bir kısmı var: medyanın bu pislikte oynadığı merkezi rol. Ertuğrul Özkökler, Fatih Altaylılar, Daily Mail'in başındakiler, güzellik algımızın ayarlarıyla her geçen gün keyiflerince oynuyorlar. Bunu her yaptıklarında bu insanları teşhir etmemiz gerekiyor. Yeni jenerasyonun kendi güzellik anlayışlarını kendi deneyimlerinden yola çıkarak oluşturmaları ve birbirleriyle insancıl ilişkiler kurmaları, medyanın yaymaya çalıştığı insan-dışı kadın imgesiyle mücadele edebilmemize bağlı. Bu mümkün.
Alper Ard

Enerji açığının sebebi rekabetçi ekonomi



İki haber: (1) Enerji Bakanlığı, ev hanımlarının ulusal enerji tasarrufunda üzerlerine düşen sorumluluğu hatırlatmak için Enerji Hanım isimli bir 'bilinçlendirme' projesi başlatmış. Enerji Hanım 20'şer saniyelik tanıtıcı reklamlarda ütüleme, elektrik süpürgesi kullanımı, çamaşır yıkama teknikleri hakkında elektrik tasarruflu tüyolar veriyor. Göz yaşartıcı.
(2) Enerji Bakanı Taner Yıldız, son katıldığı basın toplantısında nükleer santral ihalesini daha fazla ertelemeyeceklerini söylemiş. Sayın Bakan ve kurmayları nükleer santrallere neden ihtiyacımız olduğu sorusunu 'enerji açığımız' ile açıklıyor. "Şu an ürettiğimiz enerji bize yetmiyor, bu yüzden nükleer santrale ihtiyacımız var" deniliyor.
Kuşkusuz nükleer santrallere karşı çıkmak için sayısız başka nedenimiz var. Ama 'velev ki' diyerek bu 'enerji açığı' denen şeyin asıl sebebinin ne olduğuna Enerji Bakanlığı'nın kendi verileriyle bakalım: 2011 yılında Türkiye'de tüketilen toplam 86.952 ton petrole eşdeğer elektrik tüketilmiş. Bu elektriğin %35'i sanayide %34'ü konutlarda ve hizmet sektöründe, %18'i ulaşımda %7'si tarımda kullanılmış.
Sanayi tüketiminin yarısını demir çelik, çimento ve petrokimya sanayilerinin tüketimi oluşturuyor. Gıda sanayinin ihtiyaç duyduğu enerji ise genel tüketimimizin 1,5%'i kadar olmuş.
Konutlar ve hizmet sektörünü kapsayan %34'lük dilim içinde hizmet sektörünün oranının, benzer istatistikleri örnek alırsak, muhafazakâr bir tahminle %11 dolayında olduğunu varsayabiliriz. Doğru anladıysam, bu resimde Enerji Hanım'ın, dolayısıyla sizin ve benim toplam rolümüz %25'e düştü.
Peki geriye kalan ve sıradan insanlar olarak bizim üzerinde hiçbir kontrol hakkımızın olmadığı %75'i, yani sanayi, hizmet, tarım ve ulaşım sektörlerini kontrol edenler yeterince tasarruflu ütü yapıyor mu?
Bildiğim kadarıyla kapitalist üretiminin itici gücü, insan ihtiyaçları değil kâr etme ihtiyacıdır. Kârlarını sürekli artırmak ya da en azından korumak isteyen şirketler, kendilerininkiyle birebir aynı ya da ikame edilebilir hizmet ve ürün üreten diğer şirketlerle sürekli rekabet etmek zorundadırlar. Bu da kendi içinde kapitalist üretim anarşisi dediğimiz şeyi yaratır.
Küçük ve yakın örneklerden gidelim. Aynı mahalleye yerleştirilen ve birbiriyle aynı işlevi gören baz istasyonlarını, ya da dükkan tezgâhlarında yan yana dizili gördüğünüz POS cihazları, ya da adım başı karşınıza çıkan yan yana dizili para çekme makinalarını düşünün. Her biri atıl kalmak pahasına ihtiyaç duyulandan fazla üretilen metalardır.
Bu görüntüyü şimdi fabrikalar, üretim tezgâhları, inşaat alanları, limanlar, havayolları, sigorta şirketleri, turizm acenteleri, simit sarayları dahil tüm ekonomi için gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üretildiğini bildiğimiz her ne hizmet ve ürün varsa, aynı işi yapan en az bir diğer şirket mutlaka vardır. Yok ise yaratılması arzu edilir. Birbiriyle aynı hizmeti sunan rakipler aynı anda enerji, su, mekan ve işgücü tüketirler. Ayrıca şirketler, üretime ayırdıkları kaynakların önemli bir kısmını, bu rekabeti korumak için yapacakları işlemlere kaydırmak zorunda kalırlar (örn. reklamlar, ambalajlama, sunum, pazar araştırmaları, patent altına alma vb.). Sadece Türkiye'de 2011'de yapılan reklam harcamalarının toplam değeri 4 milyar 320 milyon TL. Bunun ne kadar elektrik tükettiğini siz düşünün.
Kapitalizm bu şekilde işler. Ama eğer hayatımızda rekabet diye bir şey var olmasaydı, bu üretimin hepsini merkezi olarak ortak ihtiyaçlarımıza göre planlayabiliyor ve bunu aynı kapasitede ve çok çok daha az bir maliyetle, minimum tesis gücüyle yapıyor olacaktık. Arta kalan enerjimizi ve zamanımızı da canımız ne isterse ona vakfedebilirdik. Bu mümkün.
Hadi oraya kadar gitmeyelim. Sayın Bakan, savruk enerji tüketimimiz konusunda endişeliyseniz, işe örneğin devasa savunma sanayinin, ya da bireyci ulaşım sistemimizin korkunç boyutlardaki kaynak tüketimini dizginlemekle başlayabilirsiniz.
Biz biliyoruz ki enerji açığı falan yok, açık veren şey sizin sisteminiz.
Alper Ard

Gündelik didişme: İşçiler müşteri ve hizmet veren olduğunda



Marx tarihin ana ekseninin sınıf mücadelesi olduğunu söylediğinde gözünün önüne banka veznedarıyla kavga eden emekli memurları getirmiş miydi acaba?
Ya da trafikte birbirine bağıran sürücüleri veya evine hacze gelen icra dairesi memurunun kafasına tuğla fırlatan gecekondu sakinlerini?...

Hepsi de işçi sınıfı mensubu olan bu insanların arasındaki didişmeleri nasıl sınıflandırıyordu acaba Marx?

Bu insanların işçi olduklarından şüpheniz varsa şayet şu kadarını söyleyeyim:

Gözünüzün önüne hemen mavi tulumlu baretli maden işçilerini getirmeyin. Tahminim o ki bu yazının okurları olarak babanızdan size bir banka hissedarlığı, 5 bakkalık bir market zinciri veya ömrünüz boyunca yan gelip yatmanıza izin verecek Avcılar'da 3 adet apartman dairesi miras kalmadıysa, uzaylı olma ihtimaliniz dışında işçi sınıfı mensubusunuz. Günün sonunda emeğinizi birkaç gün veya ay içinde birilerine satmaya başlamazsanız siz de bizim gibi aç kalacaksınız. Sınıfa hoş geldiniz. Rahat hissedebilirsiniz...

Ya da bilemiyorum... rahatsız hissetmelisiniz belki de, zira pek iyi bir durum değil...

Uzun lafın kısası, işçi sınıfı dünyanın en büyük, birbirine en benzemez üyelerden oluşan, en heterojen kulübüdür.

Geçirgen bir sınıftır. Girmesi kolay, çıkması zordur. Bir kapitalist iflas ettiğinde başka bağlantısı da yoksa otomatikman kendisini işçi sınıfının içinde bulur, ama bir işçi hadi ben zengin olacağım dediğinde otomatikman kapitalist olamaz.

Bu yüzden doğası gereği kapısı herkese açıktır.

Üyeleri birbirlerinden genelde pek hoşlanmaz, ama kaderleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Tıpkı X-men üyeleri gibi, tıpkı Lost adası sakinleri gibi, ama birkaç milyar daha fazlası....

Tuhaf gerçek şu ki Marx'ın bahsettiği "sınıf mücadelesi" denen şey, gündelik hayatta bir tarafta işçiler ve ezilenler, diğer tarafta safi kapitalistler arasında olmuyor. Sınıf mücadelesi hemen her zaman ilk etapta bir grup işçi sınıfı mensubunun diğer işçilerle karşı karşıya gelmesiyle vücut buluyor.

Bu işçi-işçiye karşı durumunun ırkçılıktan cinsiyetçiliğe, islamofobiden çapulcu-nefretine, yaşçılık, rekabetçilik vs vs zilyon tane vehçesi var.

Hepsi de sınıfı bölen saçmalıklar. Hepsi de egemenlerin işine geliyor. Hepsini ayrı ayrı konuşabiliriz.

Bu yazıda ise Marksist açıdan üzerinde en az konuşulanından bahsedeyim istiyorum: İşçiler müşteri ve hizmet veren olduğunda aradaki ilişkiyi nereye koyacağımız sorusundan bahsedeyim istiyorum.



Hizmet sektörü denen şey

Hizmet sektörü tarihsel olarak kapitalizmi de önceleyen kökenlere sahiptir. Adı üzerinde hizmet eden bir grup insan ve hizmet edilen bir grup insanın var olduğu bir ilişkiye dayanır. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda hizmet denen şey yalnızca egemenlere sunulan bir edimdi ve "Müşteri her zaman haklıdır" gibi saçma sözler kaynağını bu egemene hizmet geçmişinden alır. Kapitalizmle beraber ise hizmet eden sınıf, yani işçi sınıfı da, belli koşullarda kendisini başka işçilerden hizmet alırken bulmaya başladı.

Ama kapitalistler aptal değiller ve kendi aralarında birbirlerine sundukları hizmetleri, işçi sınıfına ancak çok katı koşullarda, tek harfi bile değiştirilemeyen sözleşmelerle, fahiş fiyatlarla, ve şikayetleri genelleşmesine izin vermeden absorbe edecek yöntemlerle, sınırlı olarak sunarlar. Bir yandan da kar etmeye devam ederek.

Ve işçi sınıfına mensup müşteriler olarak her zaman bir şekilde insan yerine konulmadığımızı ve açıktan veya dolaylı olarak karşımızdaki dev şirketler tarafından sürekli söğüşlendiğimizi hissederiz ve kendi kendimizi yer bitiririz.

Ve sonunda da genelde karşımızdaki firma yetkilisi çalışandan hıncımızı çıkarırız...




Müşteri olduğunuzda...

Müşteri olduğunuzda karşınızdaki müşteri hizmetleri çalışanını, firma veya mağaza görevlisini patronun bir uzantısı olarak görme yanlışına düşeriz. Karar verici olduklarını düşünürüz, olmadıklarını dile getirdikleri zaman da yalan söylediklerini veya bizi oyaladığını düşünürüz.

Oysa elbette bu yanlış bir fikir. Kapitalizmde işçiler, ne kadar beyaz yakalı oldukları farketmez, işletmelerin karar mekanizmalarının dışındadırlar. Kendilerine işin nasıl örgütleneceği, sermayeden ne kadar paranın müşteri şikayetlerinin cevaplanmasında kullanılacağı, günde kaç saat çalışmayı tercih ettikleri vs sorulmaz.

Çalışanlar bu talepleri çok fazla dile getirdikleri zaman kapının önüne koyulacaklarını bilirler.

Doğru evet, size kazık atılmasından sorumlu insanlar var.

Size bir haksızlık yapıldı.

Fahiş bir fiyat ödediniz veya istediğiniz hizmeti alamıyorsunuz, insan yerine konulmuyorsunuz vb. Bunların hepsi doğru.

Ama size kazığı atan kişi o an orada değil, ortasında büyük bir mermer masa olan bir toplantı odasında televizyon seyrediyor ve bir yandan da aylık bilançoları okuyor. Kendisine patron diyoruz.

Patron mecbur kalmadıkça sizinle asla yüz yüze gelmeyecek. Her zaman pis işlerini yapmak için karşınıza sizinle aynı sınıftan başka bir işçiyi çıkaracak. Kapitalizme karşı adı konulmamış öfkenizi her zaman başka bir sınıfdaşınızdan çıkarmanızı sağlamaya çalışacak.

Bu gibi durumlar için size kendi uyguladığım yöntemi önerebilirim mesela.

Öncelikle karşınızdaki insanın hayatını bir mesai karşılığında emeğini satarak kazanan ve işini kaybettiği zaman yeni bir iş aramak zorunda olan biri, sizinle aynı sınıftan biri olduğunu kendinize hatırlatın. Karşınızda Ali Ağaoğlu veya Vuslat Sabancı olmadığını kendinize hatırlatın.

Bir de diyelim ki illa ki hesap soracaksınız, karşınızdaki firma yetkilisi işçiye avaz avaz bağırmaya karar vermeden önce taraflar arasındaki ilişkinin eşit olduğundan emin olun.

Eğer sizin öfke patlamanıza veya sinik söylenmelerinize karşı aynı tonda cevap vermesi karşınızdaki işçinin kariyerine mal olacaksa veya patronlarından bir yaptırımla sonuçlanacaksa, bu durumda hayır eşitler arası bir konuşma yaşamıyorsunuz. Bunu kendinize hatırlatın. Karşınızdaki çalışanın patronu tarafından rehin alındığını ve elinin kolunun bağlı olduğunu kendinize hatırlatın. Bir insan olduğunu kendinize hatırlatın.


Hizmet veren olduğunuzda...
Peki ya masanın diğer tarafında, hizmet veren iseniz durum nasıl?
Örneğin müşteri hizmetleri temsilcilerini ele alın.
Psikoterapist Arun Vijay Subbarayalu tarafından Hindistan'lı çağrı merkezi çalışanları arasında yapılan araştırmaya göre çalışanlar bakımından da durum müşteriler için olduğundan daha iç açıcı değil. Araştırmaya katılan müşteri hizmetleri çalışanlarının %34'ü kronik anksiyete sorunundan, %23'ü depresyondan ve %49 uyku bozukluğu belirtilerinden şikayetçi.
Mutlu değiller.
Ve çoğu durumda karşılarındaki müşteriye bıkkın, isteksiz, oyalayıcı davranıyorlar. Patronlarının bakışını benimsiyorlar.
Oysa insanlara hizmet etme, sorunlarını çözme, hayatlarını daha yaşanır ve daha kolay kılma anlamına gelecek bir şeyden bahsediyoruz. Normalde insanların zevkle yapmak isteyeceği bir şeyden bahsediyoruz. İnsanların gençliklerinde turist rehberi olma, doktor olma, restoran işletmecisi olma hayalleri kurmasının bir nedeni var. Hepimiz karşımızdaki insanlara kesin faydamızın dokunacağı, bunun karşılığında hak ettiğimiz saygı, takdir ve teşekkürü dolaysız göreceğimiz işlerde çalışmayı arzuluyoruz. İnsanlar herkes tarafından sevilen ve değer gören birer rockyıldızı olmayı hayal ediyorlar ve aramızdaki pek az sosyopat dışında Forbes dergisinin en zenginler listesinde ilk 10'a girmenin hayalini hiçbirimiz kurmuyoruz.
O halde sorun nerede?
Sorun şurada:
Adı kapitalizm olan ekonomik sistemin hüküm sürdüğü bir dünyada emeğini satmak zorunda olan sınıfın mensupları olarak Marx'ın adına yabancılaşma dediği şeye her mesai günü kendimizi yeniden teslim ediyoruz.
Kendi emeğimizden yabancılaşmış olduğumuz için karşımızda bizden hizmet bekleyen şeyin bir şey değil bizim gibi kanlı canlı bir insan olduğu gerçeğinden de yabancılaşmış durumdayızdır.
Karşımızdaki kişiyi bir insan olarak değil nefret ettiğimiz işimizin bir parçası olarak, mesaimizin bir uzantısı olarak görürüz.

İçten içe emeğimizin sonucunun bize aylık bir ücret dışında hiçbir hayrı olmayacak şekilde bizden çalındığını hissederiz. Yaptığımız işe karşı tutumumuz mecburiyet ve nefret etme arasında bir yerdedir.

Eğer bir müşteri hizmetleri çalışanıysanız veya şu ya da bu şekilde karşınızda her ay emek emek kazandığı parayı şu ya da bu hizmet için harcayan öfkeli bir müşteri varsa, kendinize bu kişinin yaptığınız işin bir parçası olmadığını hatırlatın. Karşınızdaki insan işin bir uzantısı değil.
Karşınızdaki insan iş değil. Karşınızdaki insan mesai değil.

Tamam mı? Bu tavsiyeler kulağa mantıklı geliyor değil mi? Biraz empatinin kimseye bir zararı yok.


İhtiyacımız olan şey...

Elbette ihtiyacımız olan şey günün sonunda örgütlenme.

Hizmet sektörü çalışanlarının sendikal haklarının sağlandığı durumlarda hizmet kalitesinin tavan yapacağından kimsenin şüphesi olmasın. Müşteri ya da değil, hizmet veren ya da değil tüm sınıfın üst katta mermer masanın başında oturan patronlara karşı birleşmesiyle tüm dünya değişebilir. Büyük laf bunlar ama bir yandan da gerçek.

Unutmayalım ki örgütlenmenin temelinde dayanışma duygusu, dayanışmanın temelinde de empati duygusu var.

Hizmetlerin daha iyi sunulduğu, hiçbir işletmenin bize kazık atamadığı, insana insan olarak değer verildiği, her işyerinde patronların değil çalışanların sözünün geçtiği bir dünya mümkün.

Bu yazı da bu dünyaya armağan olsun diyeyim...

Alper Ard