7 Temmuz 2016 Perşembe

Ezilenlerin tutarsızlıklarıyla dalga geçmek caiz midir?


Bir twitter polemiğine ilişkin kısa bir meram. Aslında kimin hangi konuda hangi lafları edebileceğine ilişkin daha genel bir tartışmanın parçası ama madem yeri geldi. Durum şu.  Cemil İpekçi Suriyeli mültecilere karşı iğrenç bir ırkçılık kusuyor, sonra da birbirimizden pek haz etmediğimiz (tabi ki politik sebepler, kişisel bir husumetimiz yok) Fatih Yaşlı da hesabından şöyle bir şey yazıyor:

 


Ne oluyoruz dedim sataştım haliyle.  Tırnak içine almak niye?  Mazlumluğuna güvenilmiyor, dalga geçiliyor ya da seninki sayılmaz zengin mazlum mu deniyor?  Bana göre buram buram bir sırf LGBTsin diye mazlum ayaklarını yemeyiz iması var.  Dostlarım benimle aynı fikirde değil.  Hatta feminizm ve kimlik mücadelesi konusunda akıl hocalığımı yapan birkaç dostum da tepkiyi biraz abarttığım sonucuna vardı.  Bence pek öyle değil, nedenini açıklayayım izninizle.

Çok karmaşık kimliklerin ve ezme ezilme ilişkilerinin iç içe geçtiği bir toplumda yaşıyoruz.  Bu bizim karmaşık olmayı sevmemizden kaynaklanmıyor içinde yaşadığımız kapitalist toplumun, kendisinden önceki sınıflı toplumlardan miras aldığı çelişkilerle insanları çok katmanlı ezebilmesinden kaynaklanıyor.  Yaratıcı olan biz değiliz, sistemin kendisi.  Elbette günün sonunda sınıf kavramı tüm bu çelişkileri bir bıçak gibi yararak ağırlığını koyuyor.  Sınıf siyasetinin gücüne ve gerekliliğine inanıyorum ama bunu ayrıcalıklı kimliğini göz ardı eden bir noktadan yapan herkes saçmalamaya mahkûm oluyor.

Cemil İpekçi iktidara yakın bir eşcinsel olabilir, Cemil İpekçi üst sınıfa mensup bir eşcinsel olabilir, Cemil İpekçi alayına ırkçı bir eşcinsel olabilir.  Bütün bunların hepsini ayrı ayrı eleştirebilirsiniz ama bunu hetero bir erkek olarak Cemil İpekçi’nin LGBT kimliği üzerinden dalga geçerek yaparsanız tartışmayı hem istediğiniz yerde tutamamış olursunuz hem de saçmalamaya başlarsanız.  Cemil İpekçi’nin homofobik iktidarın yanında bir eşcinsel olması bir çelişki midir, öyledir, ama bırakın tutarsızlık imaları LGBT camiasından gelsin.  Cemil İpekçi’nin bir ezilen kimliğe mensup biri olarak ırkçılık yapması bir çelişki midir, öyledir ama bırakın bunun dalgasını bırakın LGBT bireyler geçsin.  Burjuvaziye mensup ezilenlerin sınıf siyaseti dahilinde teşhir edilmeleri işçi sınıfına mensup ezen kimlik üyelerince yapılamaz. İstediğiniz kadar etrafından dolanmaya çalışın ama bu mümkün değil. Günün sonunda hetero erkek veya hetero kadın başınıza eşcinsellerin ikiyüzlü ve güvenilmez insanlar oldukları goygoyuna katkı sunmaktan başka bir şey yapmamış olacaksınız.  Ayrıcalıklı kimliğinizi unutarak üst sınıfın ezilen kimliklilerine o kimlikleri veya tutarsızlıkları üzerinden yönelttiğiniz her saldırı sınıf mücadelesinin değil ayrımcılığın hanesine yazılıyor.  Üstenci olmak için söylemiyorum bunu, bu işin dinamikleri gerçekten bu şekilde işlediği için söylüyorum. 

Bırakın o imayı da siz yapmayıverin.  Irkçılık yapan dangozun birisin Cemil deyin geçin.  Emin olun o tutarsızlık zaten dile gelecek.  Dile getiren bir seferlik de siz olmayıverin.

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Game of Thrones karakterleri düşündüğümüz kadar gerçekçi olmayabilir mi?




Hiç kimse mükemmel değildir demenin, herkes bazen iyidir bazen kötüdür demenin Westeros’ta olmasa bile bizim dünyamızda bir sonucu var.   Lannisterların, Starkların ve Targearyanların dünyasından Erdoğanların,  Obamaların, Putinlerin ve Atalay Filizlerin dünyasına adım attığımızda başka bir manzarayla karşılaşıyoruz.  O manzara şu.  Bizim gezegenimizde “Hiç kimse mükemmel değil, hepimiz bazen kötüyüz” diyenler genelde yukarıda saydığım türden insanlar.

 

 

Hastası olduğumuz dizi Game of Thrones’un 6. Sezonunu geride bıraktık.  Sezon finali bomba gibiydi ve yanlış bir teşbih de sayılmaz. Gerçekten bombalar konuştu.  Cersei’nin yapabilecekleri hepimizi korkutmalı. “Güç güçtür” değil mi?   Dizide neyi çok sevdiğime dair saatlerce konuşabilirim.  Bayıla bayıla konuşacağımız çok şey olduğuna eminim.  Bu diziyi gerçekten seviyorum.
Game of Thrones’un gücü ejderhalarından, ak yürüyenlerinden veya nitrogliserinden bozma çılgın ateşinden kaynaklanmıyor, bunu hepimiz biliyoruz.  21nci yüzyılın tüm teknik Hollywood ihtişamına ve özel efektlere fazlasıyla doyan mütevazi seyircileri olarak bizi koltuğumuza çivileyen şey bu değil.   Hikaye bizi etkiliyor.  Dizinin yarattığı gerçekçilik bizi etkiliyor.  Kendimize en yakın hissettiğimiz karakterlerin her an ölebileceği, acımasızca ihanete uğrayabileceği, işlerin umduğumuz gibi gitmeyebileceği, kahramanların her zaman sağ kalmadıkları bilgisi bizi etkiliyor.  Etkiliyor çünkü bize işlerin er geç yoluna gireceğini salık veren Hollywood’un o mistik epik adalet anlayışı dışında herhangi bir hikaye anlatıcılığı pek bilmiyorduk şu zamana kadar.  Epik çabanın mutlaka er ya da geç zafere, zaferin bir türlüsüne ulaşacağı, mükâfatsız kalmayacağı öğretildi bize.  Ve Game of Thrones evreni bize –GRR Martin ve dizinin senaristlerine şapka çıkarma anı- gerçeğin bundan daha vahşi daha dolambaçlı ve daha adaletsiz olduğunu anlatıyor.  Hatta hikayenin (en azından 6ncı sezonun sonuna kadar) çok güçlü bir savaş karşıtı hikaye olduğunu söylesem herhalde abartmış olmam. Savaş böyle bir şey borazanlar, trompetler ve hayran bakışlar değil, tam da duymak istemediğimiz gibi kan, gözyaşı, ihanet ve yağma.  
Gerçekçi olan sadece bu değil üstelik.  Hikayenin karakterleri de sürekli müthiş dinamik süreçlerin içinden geçiyor ve her dönemeçte bizi kendileri hakkındaki önceki yargımızı gözden geçirmek zorunda bırakıyor.  Olayların kendileri kadar Jamie Lannister’ın, Lady Melissandre’nın, Littlefinger’ın, Sansa Stark’ın, Stannis Baratheon’un, Oberyn Martell ve eşi Ellaria Sand’in, Sandor Clegane’in 6 sezondur hikayenin bir iyi bir de kötü tarafında yer almaları bize peşin hükümlü yargılarda bulunmanın yanlışlıklarını anlatıyor. 
Evet, yetişkinler dünyasında işler daha karmaşık. Evet insanlar tek yönlü değiller, evet herkes sadece iyi ve sadece kötü değil.  Evet herkes biraz ondan biraz bundan.  Tamam Houston. Hepsi için teşekkürler.  Mesajı not ediyoruz.  Okey.  Kapiş.  Verstanden.
Lakin bence burada bir sorunumuz var.  Game of Thrones karakterlerinin inandırıcılıklarından taviz verdikleri ve de “gerçekçi” insan ilişkilerinin ne olduğuna dair izleyicileri yanlış yönlendirdikleri nokta tam da bu.  
Bakın bence şu:
Öncelikle Westeros’ta durumlar nasıl olursa olsun bu gezegendeki bizler karşımızdaki insanların tutarsızlıklarını, beklenmedik karakter değişimlerini süper hoş gördüğümüz bir dünyada yaşamıyoruz.  Genellikle çok zorda açıkta falan değilsek güvenebileceğimiz insanlarla etkileşime girmeyi tercih ediyoruz ve bu güveni karşılamayacağını düşündüğümüz insanlara “gerçekçi” olmak adına saçmalama ve bizi satma kredisi açmıyoruz.  Westeros sakinleri ise, kanımca GRR Martin ve senaristlerin gerçekçilik anlayışlarının politik ufuklarıyla sınırlı olmasının da etkisiyle, yanar döner bireyler olarak karşımıza çıkıyorlar.    
Hiç kimse mükemmel değildir demenin, herkes bazen iyidir bazen kötüdür demenin Westeros’ta olmasa bile bizim dünyamızda bir sonucu var.   Lannisterların, Starkların ve Targearyanların dünyasından Erdoğanların,  Obamaların, Putinlerin ve Atalay Filizlerin dünyasına adım attığımızda başka bir manzarayla karşılaşıyoruz.  O manzara şu.  Bizim gezegenimizde “Hiç kimse mükemmel değil, hepimiz bazen kötüyüz” diyenler genelde yukarıda saydığım türden insanlar.  Göz önünde olan, suçları herkesçe görünür olan ve bu yüzden bu suçları inkar etmek yerine bunları başka bir bağlam içinde bize sunmaya odaklanmış, algımızı düzeltmemizi salık veren, bazen tehditkâr bazen kibar tonda konuşan, ezici çoğunlukla güç sahibi kişiler bunlar.  Her zaman politikacı veya tanınmış seri katillerden olmaları gerekmiyor.  Gündelik cinsiyetçilik, taciz, tecavüz veya istismar hikayelerinde şüpheli sıfatıyla karşımıza çıkan erkeklerin savunmalarını aklınıza getirin. Kimisi yediği haltı küllen reddediyor, kimisinin ise savunmasına yetişen diğerleri onun “o istisnai hareketi” dışında “genel olarak” ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsediyor.  Sürekli birileri bizi tam resme bakmaya davet ediyor ve bu davet sahipleri bizim dünyamızın en masumları değiller.
Eylemlerine değil karakterlerine odaklanmamız isteniyor.  İktidar sahiplerinin imaja ve halkla ilişkiler denen zanaate bu kadar para harcamalarının bir sebebi var.  Sunmaya çalıştıkları karakter her neyse, tek tük eylemlerden daha büyük ve daha önemli bir şey olduğu konusunda  ısrarcılar.  Erdoğan bir savaş suçlusu olabilir, ama ekonomi konusunda yarattığı mucizelere ne demeli?  Obama insansız hava araçlarıyla dünyanın diğer ucunda suikast emirleri veriyor olabilir, ama Obamacare süper bir sistem değil mi?  Atalay Filiz bir seri katil olabilir ve rastgele karşısına çıkan 3 kadını öldürmüş olabilir, ama iyi davrandığı diğer 999 kadın hakkında ne diyeceksiniz? 
Örnekler çoğaltılabilir ama varmaya çalıştığım nokta ortada sanırım.  Herkesin iyi ve kötü olabileceği bilgisi bizi hayatı siyah beyaz görme naifliğinden ve gereksiz hayal kırıklıklarından koruyor olabilir ama bunun ölçüsünü kaçırdığımız zaman eylemlerimizi ve karşımızdaki insanların eylemlerini özgül ağırlıkları içinde değerlendirebilme yeteneğimizden taviz vermeye başlıyoruz. İnsan uygarlığı olarak suç, kötülük, kabahat, yanlış vs kavramlarını sadece yargılayıcı olmak adına yaratmış değiliz. Bu kavramlara aynı zamanda eylemleriyle bizim hayatımızı etkileyebilecek milyarlarca karar sahibiyle paylaştığımız kaotik bir dünyada yönümüzü bulabilmek için de ihtiyacımız var.  Ve bu çok gerçekçi bir ihtiyaç.
Game of Thrones düşündüğümüz kadar gerçekçi bir dizi olmayabilir belki de.  Karakterleri genellikle takıntılı, rehabilite olmaya uzak. Hatalarından ders çıkarmaya istekli değil. Rehabilite oldukları anlarda bile karakterleri genel olarak rehabilite oluyor, geçmişteki eylemleri üzerine yeni bir bakış geliştirmiyorlar, yalnızca bundan sonrası için yeni bir insan olmaya başladıklarını düşünmeye yönlendiriliyoruz.   Jamie Lannister Bran’i Winterfell kulesinden aşağı ittiğinden beri başından türlü türlü hikaye geçti ve biz adım adım daha insancıl bir insana dönüştüğünü görmeye başladık.  Ama geri dönüp baktığında bu çocuk cinayeti hakkında tam olarak ne düşündüğünden emin de olamıyoruz değil mi? Pişmanlık duyduğuna dair bir bilgi var mı elimizde? Ya da büyücü Melisandre çocuk yaştaki prenses Shireen’i diri diri yakılmaya gönderdiğinde ve özkızını savaşı kazanmak için ölüme gönderen Stannis bunu izin verdiğinde hepimiz kendilerinden nefret etmiştik, ama ya 5 dakika sonra?  Ya bir bölüm sonra? 
 
Bu yüzden Jamie Lannister’ın 8 yaşında bir çocuğu öldürmeye çalışmış olması ve ama sonrası kişisel bir dönüşüm geçirmiş olması, nasıl bir insana dönüşmüş olursa olsun geçmişteki bu eylemine geri dönüp sorgulamadığı, yüzleşmediği ve pişmanlık belirtisi göstermediği sürece pek bir şey ifade etmiyor.  Yine yargılayıcı olmak adına söylemiyorum bunu, gerçek hayattaki dönüşümlerimizi bu şekilde yaşamadığımızı ve bu şekilde yaşadığını söyleyen insanların hikâyelerini de ikna edici bulmadığımızı bildiğim için söylüyorum. 
(Hakkını vermek gerekirse tüm GoT karakterleri böyle değil.  Hikayede görebildiğim kadarıyla eylemlerini baştan sona sorgulayan ve yanlış olduğu sonucuna vardığı tüm eylemleri için pişmanlık ifade eden tek kişi Theon Greyjoy.  Theon bu haliyle hikayedeki diğer karakterlerle karşılaştırıldığında büyük bir istisna. )
İnsanların geçmişteki eylemlerine değil (ki düşündüğünüz zaman tüm eylemler geçmiştedir) son durumlarına, veya iyi kötü tüm eylemlerinin ortalamasına bakmamızı salık veren görüş, ne kadar cool formüle edilirse edilsin itiraf edelim pek gerçekçi değil.  Hem gerçekçi değil hem de bizim kötülüğe karşı hazır tuttuğumuz lazer kalkanlarımızı devre dışı bırakıyor.  İnsanlardan tutarlılık ve hesap verebilirlik görebilmek yönünde geliştirdiğimiz haklı beklentiyle dalga geçiyor.  Bakın elbette, elbette, insanlar farklı farklı şeylerin bileşimidirler, bu kimi zaman insanın benliğinde onulmaz zıtlıkları ve iç çatışmaları taşımasını da beraberinde getirir. Ama tüm bunların hiçbirisi bir ortalama değildir ve bir ortalama üzerinden yapılan hiçbir affı ya da yargılamayı haklı çıkarmaz.  Jamie Lannister’ın ortalamaya vurulduğunda iyi bir insan olması durumu Westeros’ta işe yarayabilir ama burada, Eartheros’ta ı-ıh.
…diyeyim ve yedinci sezonda daha gerçekçi bir Westeros görmek dileğiyle bitireyim.  Gerçekçi olmak zorundayız.  Ne de olsa Kış geldi.       
 

 

5 Temmuz 2016 Salı

sosyal medya zabıtası pro-feministiniz cevap veriyor


"Cinsiyetçi trollerle uğraşma ve onları geri püskürtme mesaisinin sadece kadınların omuzlarında olduğunu size kim söyledi?  Buna sessiz kalmanızın doğru şey olduğunu size kim söyledi? Hayır bizi polislikle eleştirirken çok emin konuşuyorsunuz da o yüzden soruyorum.  Kendi işinize gelen çıkarımı yapıyor olabilir misiniz?  Buna ses çıkaran erkekleri utandırmaya çalışarak kendinizi aklamayı deniyor olabilir misiniz?  Hadi biraz dürüstlük anı, içeri odaya geçin, bir bira açın, günah çıkarın ve geri gelin. "


Tamam. Peki.  Uzun bir izahat o halde.  Bir süredir twitter üzerinden sürdürdüğüm cinsiyetçilik tartışmalarına farklı muhtelif eleştiriler geliyor.  Cinsiyetçilik şöyle kötüdür böyle falanca birşeydir yazarken çoğunlukla kibirli bir ton takındığım, kendimi aşmış bir erkek olarak gördüğüm, etrafıma polislik, zabıtalık yaptığım, kadınlara ayar vermeye çalıştığım, kadınlardan sahne çalmaya çalıştığım dile getirilen eleştiriler arasında. 

Eleştirilerin temel noktası benim bireysel yazılarım ve müdahalelerimi esas almaları.  Ortada bir pro-feminist erkekler örgütlenmesi olmadığı, olanlarla da benim çok güçlü bağlarım olmadığı için esasen politik bir pozisyon olması gereken yerde tek bir kişi olarak benim sözlerim ön plana çıkıyor.  Ve bu benim hatam, karşımdaki insanlar kişiselleştiriyor falan değil.  Örgütlenme konusunda geride kaldığımı gösteriyor, bunun üzerine eğilmeliyim, eğilmeliyiz. Bunu not ediyorum. Tamam.

Diğer bir yan etmen de twitter’ın doğal sınırları sanırım. 140 karakter içinde meram anlatmaya çalışarak, buyurgan olmayan dilin inceliklerini aynı meramın içine sığdırmaya çalışmak her zaman kolay değil.  Hızlıca derdimi anlatmaya çalışırken zaman zaman karşımdakilere ve tüm evrene parmak sallayan bir resim çiziyor olabilirim.  Bunun için özürler ama inanın elimden geleni yapıyorum.  Twitter gönül almak için çok elverişli bir yer değil her zaman, bu yüzden izahatlarımı bu blogla birlikte götürmeye çalışıyorum. Bu da tamam.

*              *               *

Şimdi asıl mesele hakkında:

Farketmişsinizdir twitter bio’mda hetero bir erkek olduğum bilgisi yer alıyor.  Bu nedensiz bir tercih değil.  Heteroseksüel natrans bir erkek olarak kimliğimi görünür kılmam gerektiğini düşünüyorum. Kimlik körü bir cinsiyetçilik karşıtı mücadeleye inanmıyorum.  Kimlikler önemlidir, sizin hangi konuda ayrıcalıklı konumda olduğunuzu, hangi konuda ne kadar söz hakkınız olduğunu ve hangi noktada çenenizi kapayıp karşınızdaki insanı dinlemeniz gerektiğini belirler. Erkeklik ve erkek egemenliği tartışırken hetero bir erkeğin, cinsiyet kimliklerinin mutlak ezen kategorisine mensup birinin, bu tartışmaya kimliğini gizleyerek girmesini samimiyetsiz buluyorum.  Cinsiyetçilik tartışacaksanız, diğer herkesin kimliğini gizlemeye hakkı var, ama hetero erkekler olarak sizin yok.  İster pozitif ayrımcılık diyin, ister farkındalık.  Sadece tartışmadaki dengeleri eşitlemeye çalışıyorum.  Anonim hesaplar üzerinden feministlere sataşan erkeklere de bu yüzden sataşıyorum.  Kaçak dövüşüyorlar ve bunu kabul etmek için fazla gururlular.

Hetero bir erkek olarak meramımı erkeklere anlatmaya çalışıyorum.  Bu da kimliğim ve tartışmaya sunabileceklerimin sınırlarıyla ilgili bir konu.   Yazdıklarımı eleştirenlerin bir kısmı bu konuda yeterince özenli davranmadığımı düşünüyor.   Bu eleştiriyi göz ardı etmiyorum.  Haklı bir nokta.  İşe yaramak isteyen ve söyleyecek sözü olan pro-feminist erkekler mesailerini hemcinslerine ayırmalılar.  Ben de ne yazıyorsam erkeklerin dikkatine yazıyorum.  Onların değişebilme potansiyellerine güvenerek burunlarının dibine girerek yazıyorum.  Gözlerine sokmaya çalışıyorum.  Eğer arada yazdıklarıma denk gelen kadın okurlar da ifade ettiğim şeylerin kendilerini güçlendirdiğini hissederse bu harika bir haber, ama yola çıkma nedenim bu değil.  Bir erkek olarak kadınlara benden daha iyi bildikleri ve her gün yaşadıkları cinsiyetçiliği anlatacak halim ve haddim yok.   Böyle bir çabanın ne kadar eğreti durduğunu ve kendini komik duruma düşürdüğünün farkındayım.  Teşekkürler.   Beni feminist ya da değil herhangi bir kadına feminizm ve cinsiyetçilik konusunda bir şey dikte ederken görürseniz beni oracıkta uyarın, devam edersem sopayla kovalayın. Caizdir. Özsavunmadır. Cehenneme değil cennete gidersiniz. 

Bu kısmı da tamam mı?

Gelelim kendimi ve karşımdaki erkekleri nasıl gördüğüme.  Öncelikle hayır, kendimi bir pro-feminizm gurusu olarak görmüyorum.  Kendime pro-feminist demeye başlayalı bir yıldan daha eski değil, o yüzden bu camianın kulağı kesiklerinden değilim.  Ama yanlışım yoksa politikanın özgürlüklerden yana yapılanı, hele cinsel özgürleşmeyi merkezine almış olanının herhangi bir rütbeler sistemi tanımıyor olması lazım.  O rütbeyi ne kendimde görüyorum, ne de başka bir erkeğin bu konuda kendisine atfettiği rütbeyi tanıyorum.   Ama feminizm konusunda rütbe tanımıyor olmamın tek nedeni mütevazilik değil.  Aynı zamanda hetero bir erkek olarak bu konuda gözümü boyayabilecek birçok ayrıcalık anının her gün tekrar tekrar karşıma çıkıyor olmasından dolayı yapıyorum bunu.  “Oldum ben, aştım ben” sözünü bu gezegende en çok hetero erkekler söylüyor.  Gezegendeki kibirin ziyadesiyle çoğunu biz erkekler üretiyoruz.  Üstelik cinsiyetçilik ve ataerki gezegenden silinmeden ilan edilen kendinden meşru “cinsiyetçiliği aşmış erkek” durumlarının da ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorum.  Bugüne kadar çok az şeyi elime yüzüme bulaştırmış olmam, bugünden sonra da dikkatli davranmazsam bulaştırmayacağım anlamına gelmiyor.  Dünden yarına taşıyabileceğim bir özgeçmişim yok, o işler öyle işlemiyor.  Her erkek, en pro-feminist olanı bile, her an cinsiyetçi bir harekette bulunmanın tedirginliğini taşımalı.  Ben buna inanıyorum ve sürekli, her daim, yorulurcasına, tedirginim.  Yanlış bir hareket yapmaktan tedirginim.  Ama kasıntı ve kendinden emin ağır abilerinizin size söylediklerine inanmayın sevgili erkekler, bu tedirginlik iyi bir şey.  Kendinize yoktan bir dert yaratmıyorsunuz, sadece cinsiyetçi bir dünyada hayatta kalmaya çalışan kadın cinsinin gündelik olarak kuşandığı tedirginliğin bir kısmını omuzlarınıza alıyorsunuz.   Tehlikeli bir durumla karşılacak mıyım diye güne başlayan kadınların kendilerini içinde buldukları tekinsizlik yükünü bir parça üstlenmemizde bir sorun yok. Caizdir. Doğrudur. Yaparsanız cennete gider misiniz bilmiyorum ama yapmazsanız bu dünya cehenneminde hep beraber debelenmeye devam edeceğimiz kesin.

Yani kısaca,  hayır “bu konuları aştığımı” düşünmüyorum, fenafillaha erdiğimi düşünmüyorum, über feminist olduğumu falan düşünmüyorum.  Kendimi meram anlattığım hemcinslerimden farklı bir yerde görmüyorum.  Bu işi hep birlikte başarmazsak herhangi bir kurtuluşumuz olabileceğine cücük derecede inanmıyorum. Budur.

*              *               *

Son olarak şu kadınların özgürlüğünü savunmak bir erkeğe mi kaldı meselesi?   Elbette kalmadı ve buradaki eleştirinin nereye temas ettiğini anlıyorum.   Erkekler çok fazla konuşuyor.  Çoğu yerde kadınlardan fazlasıyla sahne çalıyor.  Ve en son yapmak istediğim şey burada bunu yapmak.  Kadınlar konuşmalı, daha fazla kadın konuşmalı, daha fazla kadın daha fazla şey hakkında konuşabilmeli.  Bir erkek olarak bunun kanallarını yaratmak ve o alanı kadınlara açmak omuz verebileceğimiz bir çaba.  Onların sözlerini çalmak ise değil.  Buraya kadar tamam.  Ama buradan sonra bu eleştiri tuhaflaşmaya başlıyor.  Neden cinsiyetçi küfür eden adama çıkışmak bana düşmüşmüş?   Neden polislik yapıyormuşum? Neden zabıtalık yapıyormuşum?  

En son İsmail Saymaz’la girdiğimiz bir tartışmada Saymaz genelde erkeklerden duyduğum iki soruyu ard arda sıraladı.  İkincisi bir felsefi soru, ilki bir kahvehane tehdidi galiba, bugüne kadar tam anlayabilmiş değilim: “Sen kimsin? Ve kadın haklarını savunmak neden sana düştü?”   

Öncelikle şu polislik konusunun dünyanın tüm sağ argümanlarının en sık başvurduğu metafor olduğu konusunda mutabık kalabilir miyiz?  “Politik Doğruculuk” adı altında komikleştirilen ve bir “-culuk” kategorisine hapsedilen politikalar, bu politikalar karşısında makro ya da mikro düzeyde tedirginlik yaşayan ayrıcalıklı kesimlerin çılgınca sarıldıkları mizahlarına konu oluyor. Cinsiyetçi küfür etme diyorsun sen bir ahlak zabıtasısın.  Meksikalılar ve Müslümanlar hakkında ırkçı şakalar yapma diyorsun sen bir düşünce polisisin.  Hatta Amerikan polisinin siyahlara karşı ölümcül güç kullanmasını eleştirirken bile polislere karşı yine bir polissin.  Sıkıcısın, tekrarcısın, komik değilsin, cool değilsin ve keyfimizi kaçırmaktan başka bir boka yaramıyorsun. 

Politik doğruculukla derdi olan sevgili keyif paşaları, bir taneniz bile bu savunmanın politik spektrumun solunda durduğunu düşünüyorsa hemen en yakında köprüden kendinizi atın.  Gününün yarısını solculuk oyununuza ayırıp, konu cinsiyetçilik, erkek egemenliği ve feminizme geldiğinde buram buram sağcı argümanlarla çıkıyorsunuz karşımıza.   “Duyar kasmak” diye bir terim icat ettiniz ve nihilizm dışında başka bir anlama geliyormuş gibi her fırsatta önümüze bunu atıyorsunuz. Bu terimin insana dair, insancıl olmaya dair ne varsa sıfırlayan bir yanı olduğunun ya farkında değilsiniz, ya da daha kötüsü umrunuzda değil.   O her fırsatta, her eleştiri karşısında sarıldığınız mizahın siyaset yapmak olmadığını farkettiğinizde kapımızı çalın tekrar konuşalım.  Söz veriyorum, biz de trollük erkeklere özgü bir mesai değilmiş gibi yapacağız.  Mizahınızın size öğretilen erkeklikten kaynaklandığını, tartışmayı okkalı yumruğunuzla veya kondurduğunuz o zafer sırıtışıyla kazanmanızı salık veren erkeklikten kaynaklandığını, yüzünüze vurmayacağız.

O zamana kadar lütfen çenenizi kapayın ve bize laf yetiştirmeye çalışmayın.  Teşekkürler.  Dağılabilirsiniz.

*              *               *

Erkeklerin bu tartışmaya katabilecekleri var.  Tabi ki var.  Neden olmasın.  Kamusal alanın ve özelinde sosyal medyanın kadınlar için halen çok yorucu ve heves kırıcı bir yer olduğunu hatırlamakla işe başlayabilirsiniz.  Bugün sosyal medyada herhangi bir tartışmada kafasını azıcık uzatan bir kadın (hele bir de profilinde feminist ya da sosyalist ya da herhangi başka bir politik bir ibare yazıyorsa, AKP seçmeni kadınları da katıyorum buna) hemen sağdan ve soldan onlarca erkeğin hedefi haline geliyor.  O söylediği ne kadar da aptalca şeyler değil mi?  Cesur olsa profil fotoğrafını gösterirdi, demek ki çirkin bir kadın.  Profil fotoğrafını gösterdi ve gerçekten çirkinmiş. Hahaha.  Siktir o*spu, kes sesini, yoksa tecavüze uğramak mı istiyorsun. Hahaha.  vs vs.

Resmi biliyorsunuz daha fazla uzatmayacağım.  Bu sözleri siz doğrudan sarf etmiyor olabilirsiniz ama bu trollerle uğraşma ve onları geri püskürtme mesaisinin sadece kadınların omuzlarında olduğunu size kim söyledi?  Buna sessiz kalmanızın doğru şey olduğunu size kim söyledi? Hayır bizi polislikle eleştirirken çok emin konuşuyorsunuz da o yüzden soruyorum.  Kendi işinize gelen çıkarımı yapıyor olabilir misiniz?  Buna ses çıkaran erkekleri utandırmaya çalışarak kendinizi aklamayı deniyor olabilir misiniz?  Hadi biraz dürüstlük anı, içeri odaya geçin, bir bira açın, günah çıkarın ve geri gelin.

Kadınlar adına konuşmamayı ilke edinmek, onlara yapılan saldırılarda, cevap yetiştirmekten bitkin düştükleri yerde o yıpranma payını üstünüze almanıza, o deli gömleğini biraz da sizin giymenize engel değil.  Size söz veriyorum hiçbir feminist size otur yerine demeyecek. 

Şimdi boğazımı temizliyorum, saçımı düzeltiyorum ve öfkemi zaptederek size, hepinize, tüm işçi sınıfı erkeklerine dostluk ve kız kardeşlik elimi uzatıyorum.  Kamusal alanı kadınlar için daha az ızdıraplı bir yer haline getirmemize yardım edin. Gelin bu mereti birlikte yapalım, bu haltı birlikte yiyelim.  Pro-feminizmin anahtarı bende değil, gelin birlikte tartışalım, eksiklerimizi birlikte giderelim.   Söz veriyorum yeni mizah konuları bulacağız kendimize.  Bulamazsak beni sopayla kovalarsınız. Caizdir ve cehenneme gitmezsiniz.