18 Ocak 2016 Pazartesi

işitme engellilerin haklarını tanımak -3: sosyal hayat




Anadil ve tanımlama konusuna değinmiş olduğumuza göre, işitme engellilerin sıklıkla engelsiz gözlemciler tarafından yanlış anlaşılan sosyalleşme pratiklerinden bahsetmenin zamanı geldi sanırım.


Kültürün içinde varolmak


İşitme engelliler, çatışma halinde oldukları anlarda bile, birbirlerine güçlü şekilde bağlılar.  Yoğun bir grup aidiyetine sahipler.  Bu elbette grup içindeki tüm bireylere karşı sevgi beslemelerinden veya tüm işitme engellileri arkadaşlık kurulabilecek insanlar olarak görmelerinden kaynaklanmıyor.  Birbirleriyle ettikleri kavgaların şiddetini gördüm ve inanın durum bu değil.  Kültürel bir bağlılık bu.  Bir anadil olarak İşaret Dili'nin yarattığı kültür dünyasının diğer özneleri ile sürekli dirsek teması içinde olmak, işitme engelli bireylere yabancı bir dile ait bir kültür ortamının sağlayamayacağı bir sosyal ve duygusal destek sağlıyor.  Bu yüzden kendileriyle aynı kültürü paylaşan ve bu sosyal ve duygusal ortamın parçası olan diğer insanların varlığı işitme engelliler için kimliklerini yaşayabilecekleri bir alan yaratıyor. Kendileri olabilecekleri bir alan yaratıyor. Bu alan ne kadar fazla sayıda ve birbirinden haberdar bireyden oluşursa duygusal ve sosyal olarak da üyelerine o kadar fazla destek sunuyor.


Sosyal kabul ve değer görme


Yukarıda anlattığım basit gerekçe nedeniyle, işitme engelliler geleceklerini, özlemlerini ve beklentilerini doğal olarak komüniteleri üzerinden tahayyül ediyorlar. Sosyal kabul ve değer görmeye olan ihtiyaçlarını yine işitme engelliler komünitesi içerisinde kurguluyorlar.  Diğer işitme engellilerin kendileri hakkında olumlu düşünmesini görünür bir şekilde arzuluyorlar. 


Bu ilişkiye dışarıdan bakan engelsiz gözlemciler bunu bir küçük grup düşkünlüğü olarak yorumlayabilir. Bu hatalı bir yorum. Dediğim gibi ortada bir kültürel bağlılık var.  Kültürü oluşturan bireylerin sayısı milyonlarla değil, binlerle ifade edildiği için, görece daha küçük bir insan grubuna odaklanmayı gerektiriyor.  İşitme engelliler herhangi sağlıklı bir ilişkideki yetişkin bir bireyin sunacağı ilgiyi sunup, karşılığında yine herhangi bir yetişkinin bekleyeceği düzeyde bir ilgi bekliyorlar. Ve bu ilgi talebinin küçümsenmesi, çocukça bulunması karşısında haklı olarak sinirleniyorlar.


Güvenlik


İşitme engellilerin sosyal olarak birbirlerine çok bağlı olmalarının elbette başka nedenleri de var. Öncelikle elbette güvenlik. Kendilerini eşitleri arasında güvende hissetmek istiyorlar.  Her işitme engelli hayatı boyunca engelsiz insanların duyma ayrıcalığını kendilerine karşı kullandığı sayısız kazık yeme deneyimine sahip.  Bu gündelik hayat kazıklarına karşı işitme engelliler ya kendi aralarına kapanarak tepki veriyorlar, ya da engelsiz insanlarla etkileşime grup halinde geçmeyi tercih ediyorlar.  İlki olumsuz, ikincisi olumlu bir tepki ve bundan dolayı suçlanmamalılar.  Gerçekten de işitme engelliler gündelik işlerini takip ederken her ne yapacaklarsa ikili ya da üçlü gruplar halinde yapmayı tercih ediyorlar.  Bu bir güvenlik alanı sağlıyor.


Dayanışma ve farkındalık


Grup halinde hareket etme yalnızca kötüniyetli insanlara karşı güvenlik ihtiyacından kaynaklanmıyor.  Birlikte hareket pratiği aynı zamanda bir dayanışma ve farkındalık yükseltme işlevi görüyor.  Kamusal hayatın kuralları engelsiz insanların kullanımına optimize edildiği için işitme engelliler normalde almaları gereken uyarıların eksikliğini çevreyi birkaç kişi aynı anda gözlemleyerek kapatabiliyorlar.


Diyelim ki metroya ya da otobüse bindiniz, durak anonsunu sesli duymuyorsunuz, ama bir arkadaşınızın gözü dışarıda, bir arkadaşınızın gözü inmek üzere hamle yapan diğer yolcularda olduğunda, bir arkadaşınız da duymadığı bir sese tepki veren diğer yolcuların tepkilerini okumaya çalıştığında mahrum kaldığınız sesli uyarıyı kompanse edecek yeterince ipucu yakalayabiliyorsunuz. 


Bu ve bunun gibi örnekler işitme engelliler için günlük hayatı önemli ölçüde kolaylaştırıyor.


En iyi arkadaşlar, dayanışma birliktelikleri


Dışarıdan bakan gözlemciler için işitme engellilerin kültüründeki en sıradışı pratik sanırım "en iyi arkadaş" müessesesi.  Engelsiz insanların sosyal ilişkilerinde daha çok çocukluk ve ilk gençlik yıllarında görülen bu tür yarı kapalı birliktelikler, işitme engelliler için en önemli sosyal kurumlardan biri olmaya bir ömür boyu devam ediyor. 


Dostluğa dayalı olarak kurulan bu paktlar, yukarıda sıraladığım birçok ihtiyaca cevap veren sürekli ve yakın temasta pratik ve duygusal destek kaynağı sağlıyor.  En yakın arkadaşlar birbirlerine zımni bir dayanışma sözü veriyorlar ve kendilerini bu birlikteliğe -biz engelsizlerin sosyal dünyasında dengini ancak sevgililik ve akrabalık ilişkilerinde gördüğümüz derecede- vakfediyorlar.


En iyi arkadaş dayanışmalarının sonsuza kadar sürmesi gibi bir kaide bulunmuyor. Bir işitme engelli sırasıyla farklı kişilerle en iyi arkadaş olabiliyor. Ancak yakın temasa, duygusal destek ve güven ilişkisine sıkı sıkıya bağlı bir birliktelik olduğu için, sonlanması da genellikle şiddetli kavgalarla ve duygu patlamalarıyla kendisini gösteriyor. 


Bu ilişkiyi bir geç ergenlik belirtisi olarak okumak da hatalı. Çünkü bu da değil. Başka bir şey bu.  Duygusal destek ihtiyaçlarını karşılamak için işitme engellilerin bulduğu bir çözüm.  Ve aile üyeleri olarak bunu bu şekilde kabullenmediğiniz zaman, kendi dinamikleri içinde son derece sağlıklı ve işlevsel bir kişisel ilişkiyi bir psikolojik bozukluk belirtisi olarak okuma hatasına düşüyorsunuz.  Bozukluk olarak gördüğünüz şeyi düzeltmeye çalışırken de karşısınızdaki insanın psikolojisini daha çok bozuyorsunuz.


Evet sanırım grup dinamikleri aşağı yukarı böyle.


Toparlamak gerekirse:


Bir adım geriden büyük resme bakarsanız, aslında işitme engellilerin bizim hikayemizi, hepimizin hikayesini daha küçük ölçekte yaşadıklarını görürsünüz.  Dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşayan her engelsiz birey de aynı şekilde kendisini, kendi dilini konuşan insanların arasında daha rahat hissediyor, sosyal ve duygusal bağlılıklarını, dostluklarını ve aşk ilişkilerini en rahat o kültürün üyeleri  ile kuruyor. 


İşitme engelliler de bizimle aynı şeyi istiyor.  Mutlu oldukları ve sevildikleri bir hayat yaşamak.


17 Ocak 2016 Pazar

İşitme engellilerin haklarını tanımak -2: Terminoloji sorunu


Kız kardeşimin deneyimleri üzerinden işitme engellilerin kimlik taleplerini aktarmaya çalışıyordum. Kaldığım yerden devam etmeden önce terminolojiye ilişkin birkaç soruyu açıklığa kavuşturmak istiyorum.

İnsanları duyma ve duymama deneyimleri etrafında hangi kelimelerle tanımlayacağız?

Birincisi bir fiziksel engel olarak işitme engeli her insanda farklı derecelerde ve farklı nedenlerle kendini gösterebiliyor.  Doğuştan itibaren bu engelle yaşayanlar olduğu gibi hayatının sonraki bir aşamasında engelli olan insanlar var, tamamen hiçbir ses duymayanlar var, işitme cihazı veya koklear implant yardımıyla bir miktar duyanlar var, veya kısıtlı bir duyma engeline sahip olmakla beraber hiçbir cihaz kullanmayanlar da var.  Tamamen duymayan bireyler sağır addediliyor, diğer derecelerdekiler işitme engelli sıfatını tercih ediyor, genel bir küme olarak da tüm dereceleriyle yine işitme engelli olarak adlandırılmayı uygun görüyorlar.

Engelli kelimesinin kendisini problemli bulanlar var. Engel üzerinden tanımlanmak istemeyenlerin itirazı elbette haklı. Tıpkı artık neredeyse hiç kullanılmayan "özürlü" kelimesinin de özür gerektiren bir durum, utanılacak bir durum ima etmesinden dolayı karşı çıkılması gibi.

Spektrumun diğer tarafında ise duyma sorunu yaşamayan bizler için kullanılan "normal" kelimesi var. Yani işitme engelliler ve normal insanlar olarak bir kümelenmeden bahsediyoruz. Şüphesiz ki, kimlik politikalarının herhangi başka bir alanında infial uyandıracak bir tanımlama bu.  Bir görme engelli kendisinin bir anormallik olarak kodlanmasına itiraz edecektir.  Bir LGBTi birey normal kelimesinin hoyratça kullanılmasına şiddetle karşı çıkacaktır vesaire -eşcinselliğin bir psikolojik bozukluk olarak görüldüğü ve insanların kliniklere tedavi amaçlı gönderildiği yakın geçmişi hatırlayın-.

İşitme engellilerin engelsiz insanları "normal" olarak adlandırmaları ise pratik bir nedenden kaynaklanıyor.  Engelsiz bir birey için "engelli" ve "engelsiz" kelimeleri fonetik ve yazılı şekilde yeterince ayırt edilebilir durumda. Oysa karşısındaki insanın dudağını okuyabilmenin çok önemli olduğu işitme engellilerin dünyasında bu ayrımı sadece son hecelerindeki sessizlerden ayrıştırılacak iki kelimeye yüklemek fonetik olarak kafa karıştırıcı bulunuyor.  İşitme engelliler için mevzu bahsi geçen herhangi bir insanın engelli mi ya da engelsiz mi olduğu akla kara kadar önemli bir ayrım. O insana ilişkin tüm pozisyonları belirliyor, kendisini içinde bulacağı tüm sosyal kuralları belirliyor. Bu yüzden normal / anormal ikileminin diğer kimliklerde çok kolay çağrıştırdığı dışlama anlamı işitme engelliler dünyasında pratik nedenlerle ikincil önemde addediliyor.  Kişinin kulağı duyuyorsa kendisine kısaca normal deniyor.

Ben ise, engelsiz bir birey olarak konuyu aktarırken "normal" kelimesini kullanmaktan kaçınacağım ve bu kelimeyi kullanma hakkının yalnızca işitme engellilerin kendisinde olduğunu varsayacağım.  İşitme engelli ve engelsiz kelimelerini kullanacağım.

Son olarak, belki de şunu tekrar kendimize hatırlatmakta yarar var: Kelimeler önemlidir. Seçtiğiniz kelimeler, konunun neresinde durduğunuzu, konuya nasıl baktığınızı ve nasıl bir çözüm sunmaya hazır olduğunuzu belirler.  Yanlış kelimelerle başlamak sorunu doğru kavrayabilmenizi engeller.  Ben işitme engellilerin gündelik sorunlarını bir kimlik sorunu olarak görüyorum.  Dolayısıyla 'kimlik' kelimesinden başladım ve çözümün de bu kavram üzerinden şekillenmesi gerektiğini düşünüyorum.  Kimliğinin tanınması için talepte bulunan tüm kültürel gruplar gibi işitme engelliler de bir sürü kelime içinde boğuşarak kendilerini en doğru şekilde tanımladığını düşündükleri sözcükleri kendileri seçecekler ve bu sözcüklerde diretecekler. Çemberin dışındaki bizleri doğru kelimeler için onlar yönlendirecekler.

...ve bu boğuşmadan ortaya çıkacak dil hepimizin dünyasını zenginleştirecek, bundan şüphem yok.




16 Ocak 2016 Cumartesi

İşitme engellilerin haklarını tanımak - 1

* ve ailem bana ne cevap verdi biliyor musunuz? "O zaman işitme cihazını tak"


Kız kardeşimle son bir kaç aylık bir süre içinde daha önce olmadığımız bir iletişim içindeyiz. Otuzlarının başında iki yetişkiniz.  Hayatımızın üniversite yıllarına kadarki kısmını ergenlik kavgaları içinde birbirimizin saçını çekerek ve saçma sapan şeylere küsüp barışarak geçirdik.  Geri kalan son 15 seneyi ise birbirimizden uzakta şehirlerde tamamladık. Ben Ankara'da okuduğum zaman o Eskişehir'deydi, o Ankara'ya döndüğünde ben İstanbul'a taşınmıştım ve halen başka şehirlerde yaşamaya devam ediyoruz.  Bilmem söylememe gerek var mı, birbirimizi çok seviyoruz.  Birbirimizin şakalarına katıla katıla gülüyoruz, aynı insanları aşağı yukarı aynı gerekçelerle çekiştiriyoruz, aynı filmleri seviyoruz, aynı hikayelerden hoşlanıyoruz. Ben kendisinin giyim kuşam zevkini komik buluyorum, o da genelde benim süpürge saçlarım ve kilolarımla dalga geçiyor falan.

Kız kardeşimle görüşmeyeli birkaç ay olmuştu ve en sonunda geçtiğimiz haftasonu bir araya gelebildik. Bol bol konuştuk. Kendisini dinlemeye başladığımda önce bana karşı öfkeliydi, sonra konuştukça affetmeye başladı. Kendisi hakkında bir detay, kim olduğu, koşulları hakkında bir detay. Belki de en önemlisi: kız kardeşim işitme engelli. Doğuştan beri.

En önemli detay diyorum çünkü işitme engelli olmayı bir kimlik olarak sahiplenmeyi çok önemsiyor. Kimliğinin tanınmasını çok önemsiyor.

Daha öncesinde neden bu kadar inatla bunu yaptığı üzerinde çok durmamıştım. Şimdi, benden yardım istediği bu anda ise, onu daha iyi anlamaya başlıyorum sanırım.

İşitme engelli oluşunu, bir engel, bir medikal durum, bir "durum" olarak görmeye alıştırmıştım kendimi. Annem ve babam da bugüne kadar bu şekilde bakma eğiliminde oldular.

Oysa bu sefer kendisi beni bunun ötesine geçmeye zorladı, kimliğini tanımaya zorladı. Direndim, yanlış düşündüğünü söyledim, aksine iknaya çalıştım. Abarttığını söyledim, mantıklı davranması gerektiğini söyledim, öfke patlamalarını kontrol etmesi gerektiğini söyledim, kontrol önemli dedim. Her seferinde hiddetle geri püskürttü beni. Çok mantıklı bir şeyi oldukça yalın bir biçimde talep ediyordu oysa ki: Kim olduğundan utanmamak.

Kimse zaten bundan utanmamalı, hele engelli olmaktan asla diyeceksiniz. Zaten doğrusu bu diyeceksiniz. Ama kimlik meselesini vurgulamak istemesinin haklı nedenleri var.

Daha önce kısaca twitter hesabımdan yazmaya çalışmıştım bunu, ama engelsiz okurların da işitme engellilerin dünyasıyla daha kolay empati kurabilmesi için bu blog altında bir yazı dizisinde toparlamaya karar verdim.  İlk olarak dil sorunundan başlayabiliriz sanırım.

Anadili olarak işaret dili


Engelsiz bir insan olarak ilk bilmeniz gereken şey işitme engellilerin ayrı bir dil konuşuyor oldukları. Dilleri işaret dili. Bariz bir şey söylüyorum gibi geliyor kulağa biliyorum, ama inanın değil.

İkinci bilmeniz gereken detay: evrensel işaret dili diye bir şey yok.  Çok farklı milletten işitme engelli komünitelerinin kullandığı çok farklı işaret dilleri var.  Türkiyeli işitme engelliler Türk İşaret Dili konuşuyor, Amerikalı işitme engelliler Amerikan İşaret Dili konuşuyor, İngiliz işitme engelliler Britanya İşaret Dili konuşuyor vs.

Şimdi dil konusundaki en önemli detaya geliyorum. Hangi işaret dilini konuşuyor olurlarsa olsunlar bu onların yazılı dilden sonraki ikinci dilleri değil, bu hataya düşmeyin. İşaret dili işitme engellilerin anadili.  Anadili statüsü bazı ülkelerde tanınıyor. Türkiye gibi kendi halklarının anadili taleplerini sürekli bastıran bir ülkede ise tabi ki tanınmıyor.  Anadili statüsünün reddi, işitme engelliler kültürünün ve kimliğinin tanınmasını da engelliyor. Konunun bir sağlık sorunu, bir anormallik düzeyine indirgenmesine yol açıyor.  Ve devletin sunacağı hizmetleri bu çerçevede sınırlayabilmesi için de bahane yaratıyor.  İşaret dili hizmetleri, kamu kurumlarınca sunulduklarında bile, bir lüks, bir zahmet olarak, devamlılık arz etmesi gerekmeyen ve özel etkinliklere özgü bir lütuf olarak lanse ediliyor.  Bu algıyla mücadele etmek gerekiyor.

İşaret dili işitme engellilerin ana dili olduğu için, yazılı olarak öğrendikleri dil de haliyle ikinci dilleri oluyor. Türkiyeli işitme engellilerin çoğunun ikinci dilleri Türkçe. Çoğumuzun ikinci dilinin şu ya da bu seviyede bir İngilizce olması gibi, onlarınki de Türkçe. Tıpkı biz tüm iyiniyetli çabalarımıza rağmen bir yabancı olarak İngilizce'ye hiçbir zaman %100 hakim olamayacak isek ve bu bir ölümcül sorun değil ise, aynı durum işitme engellilerin Türkçe ile aralarındaki ilişki için de geçerli ve bu da ölümcül bir sorun değil.  Pek az istisna dışında işitme engellilerin çoğunluğu Türkçe'nin karmaşık sondan ekli yapısında sıklıkla gramer hatası yapıyor. İyelik ekleri, durum ekleri, zaman ve emir kiplerinin sıralaması bakımından hatalar sıklıkla yazılı ve (konuşabilenler için) sözlü ifadelerinde kendisini gösteriyor.  Şahsen işaret dili bilmediğim için (bunun nedenlerini daha sonra tartışacağım) tam kesin emin olarak söylemiyorum bunu ama benim anladığım kadarıyla Türkçe gramerdeki bu teklemenin nedeni biraz da işaret dilindeki kelime dizgesinin herhangi bir sondan ekleme gerektirmemesi ya da Türkçe'dekinden çok daha basit eklemelerin yeterli sayılıyor olması. Dediğim gibi bu kısımdan emin değilim. İşaret dili bilenler bu konuda yorumda bulunurlarsa seve seve yayınlarım.

İşaret dili bir anadil olduğu için ve işitme engellilik de bir kimlik olduğu için, bunu es geçen klinik-merkezli yaklaşımlar işitme engellilerin Türkçe'deki teklemelerini bir eğitim sorunu olarak görme hatasına düşüyor.  Benim takip edebildiğim kadarıyla bu yanlış algı işitme engellilerle çalışan pedagoglar ve akademisyenlerde de yaygın olabiliyor. 

Konu bir kimlik sorunu değil, bir eğitim sorunu olarak kodlanınca da, eğitimdeki başarısızlığın tüm faturası işitme engellilere kesiliyor.  "Tembel" oldukları, "isteksiz" oldukları, "kolaycı" oldukları için Türkçe'de mükemmelleşemedikleri varsayılıyor.  Ve bu varsayımsal tembellik hayatlarında karşılaştıkları diğer sorunlar karşısında da kendilerine dikte ediliyor.  Sistem kendi kolaycılığını reddedip, entegre olamamayı işitme engellilerin tembelliğiyle açıklıyor.  Bu "tembel" efsanesi, işitme engelini, konuşmuyor olmayı, suskunluğu zeka geriliğiyle aynı klasmanda değerlendiren eski "aptal" efsanesinin devamı sadece.  (Zeka engelli bireylerin yaşadığı ayrımcılık da elbette başlı başına ayrı bir yazının konusu.)

İşitme engelli komünitesine yabancı bir okur, bu tembellik ithamı kimden geliyor, kim gerçekten engelli insanlar için bu basitlemeyi yapıyor diye merak edebilir.  Pedagoglar, eğitimciler ve kurumsal aktörler yapıyor bunu. Engellilerin ailelerini de böyle düşünmeye ikna ediyorlar.  Konu hakkında yazmaya yeni başladığım için elimde alıntı yapabileceğim bir kaynak henüz yok. Üstelik bu tür konuşmalar genelde zaten kapalı kapılar ardında yapıldığı için çok kolay sunabileceğim örneklerim de hazırda yok.  Ama bu "tembellik" konusunda da işitme engelli okurlar kendi deneyimlerini buradan engelsiz okurlarla paylaşmak isterlerse seve seve yayımlamak isterim.

Kaldığım yerden devam edeceğim. Birkaç konu daha var aktarmak istediğim. Ama az çok resmi anladınız sanırım.  Aşağıdaki videoya da vaktiniz varsa göz atmanızı tavsiye edebilirim. Çok hoş anekdotlardan oluşuyor. İngilizce ve Amerikan İşaret Dili'nde olduğu için takip edemeyecek okurlardan şimdiden özür dilemiş olayım. 





14 Ocak 2016 Perşembe

İnce espiri nefret söylemi olamaz fikrinden vazgeçebilir miyiz lütfen









Charlie Hebdo'da Alan Kurdi karikatürünü görmüşsünüzdür. Bu karitatürün ırkçılık olduğunu düşünenler olduğu gibi, tam tersi düşünenler de var. Mesela Tan Soltürk twitter'da şöyle izah etmiş: 























Ben halen nefret söylemi tehlikesi görüyorum bu durumda. Tüm yukarıda izah edilenlere rağmen. 


Neden derseniz, şu yüzden: 


Charlie Hebdo karikatürlerinin ne demek istediği hakkında "aslında ırkçılık yapmıyor, ırkçıları ti'ye alıyor" diyen arkadaşların gerekçelerini anlıyorum. Eminim durum öyledir de. Şaşırmam. Ama bu savunmayı yapanların gözden kaçırdıkları bir nokta var:




Irkçılarla çok ince dalga geçerseniz ters mizah yapabileceğinizi düşünmek bence ciddi ciddi sorunlu. Irkçı mizahta sorun olmadığını, yapanın niyetine bağlı olarak sonucun önemli olmayacağını düşünmek bir hata.


Bir ifadeyi nefret söylemi yapan şey sizin niyetiniz, zeka seviyeniz, yüksek espiri anlayışınız vs değil.


Nefret söylemi olan şey bir insan grubu üzerindeki önyargıları güçlendirme, toplumsal nefreti kanalize etme sonucu yaratıyor olmanız.




Şu konuda mutabık kalalım bence, insana dair her konu mizaha konu olamıyor. İnsanın güneş altında yaptığı tüm eylemler bir gün bir South Park bölümüne konu olmamalı belki de. Beylik bir saygı, kutsallara hürmet, herkesin inandığı kendine vs goygoyuyla söylemiyorum bunu. Gerçekten doğası gereği bazı konuların mizaha tercüme edilmelerinin imkansız ya da imkansıza yakın olduklarına inandığım için söylüyorum.  Bazı konular -ırkçılık kesinlikle bunlardan bir tanesi- gerçekten politik olarak o kadar yüklü ve karmaşık oluyorlar ki, eline yüzüne bulaştırmadan tek karelik bir mizah eserine konu etmek neredeyse imkansız oluyor.


Bir örnek vereyim. Şuna bir bakın.


(Türkçesi: 1- Müslümanlar hakkında çizince... "Bu ifade özgürlüğü!" 2- Yahudiler hakkında çizince... "Bu anti-Semitizm!")


Bu karikatür birkaç yıldır ortada dolaşıyor. Charlie Hebdo'nun ve temsil ettiği mizahın nasıl es geçilip, Yahudilere karşı yapılan en küçük bir mizahın nasıl hemen Anti-Semitik (i.e, Yahudi düşmanı) olarak yaftalanıp susturulduğundan dem vuruyor. Baktığınız zaman benim söylediğim şeyle aynı şeyi söylüyor, Charlie Hebdo'yu aynı yerden eleştiriyor gibi görünüyor değil mi?


Değil işte.  Evet gerçekten de İslamofobi diye birşey var. Evet gerçekten de Batı devletlerinin ve medyasının ifade özgürlüğü ve nefret söylemi konusunda uyguladığı bir çifte standard var. Karikatürist bütün bunları "tüm çarpıcılığıyla" tek bir karitatüre sığdırmaya, mizaha tercüme etmeye çalışmış. Ama olmamış bence, mızrak çuvala girmemiş. Irkçılık, ifade özgürlüğü, nefret söylemi, İslamofobi, Anti-Semitizm, azınlık hakları vs gibi birçok konuyu ilgilendiren çok yönlü bir sorunu çarpıcı olmak adına mizaha yüklemeye çalıştığı için bir yerden açık vermiş.  Çifte standardı vurgulayım derken kantarın topuzunu kaçırıp Yahudi düşmanı söyleme verilen haklı tepkiyle dalga geçen, bunun abartıldığını ima eden bir yerde demirlemiş.


Karikatüristin kendisi gerçekten bu tepkinin abartıldığını düşünüyor, Anti-Semitizm'in çok da önemli bir sorun olmadığına inanıyor olabilir mi?


Bilmiyorum. Bilemem. Konu da bu değil.


Bildiğim şu:


Bu ve bunun gibi karikatürler Erdoğan'ın Yeni Türkiye'sinin sağcı medyasında hemen yer buluyor. Hemen sirküle ediliyor. Fotomontaj ustası Takvim'in, milli iradenin sesi Star'ın, Yahudi tehlikesinin farkında olmamızı salık veren Akit'in çok işine yarıyor. Ne zaman Türkiye'de Türkler'in faili olduğu bir ırkçılık konusu gündeme gelse "Batı'nın ikiyüzlülüğünden", "çifte standardlarından" söz etmeleri için yeni bir malzeme sağlamış oluyor.


Karikatürün sahibinin iradesi, ince zekası, yüksek espiri yeteneği hangi seviyede seyrederse seyretsin, günün sonunda geniş kitlelerin çok kültürlülük algısını bozmakta ustaca kullanılıyor.


Bu yüzden, eğer buraya kadar mutabıksak, şunu önerebilir miyim:


Lafınızın eleştirdiğiniz ırkçılarca olumlu bulunma ihtimali, eleştiriyi anlama ihtimallerinden daha yüksekse, o zaman mümkünse o espiriyi yapmamayı tercih edin.


Gerçek insanların hayatlarında sizin vurucu bir mizahla hayatınıza gelecek neşeden daha büyük sorunlar yaratabileceğini düşünün.
 
Es geçin bu seferlik. Bırakın bir sefer de ortamın cool komik kızı veya erkeği olmamış olun.


Bütün bunlar geride kaldığında, herkes için daha güvenli bir dünyada yaşamaya başladığımızda, mültecilere karşı nefret gibi bir sorunumuz olmadığında, mültecilik gibi bir sorunumuz olmadığında -ki o günleri göreceğimize naif şekilde inanıyorum- o zaman yaparız her türlü espiriyi kendimizi tutmadan.


En iyi espiriler benden mi çıkar çok emin değilim. Ama en çok kahkaha atan ben olacağım. Söz!


















13 Ocak 2016 Çarşamba

erkeklerin iyi, iyiniyetli, düzgün olanları


Taciz konusunda ortalama bir erkeğin kafası mütemadiyen karışıktır. Tacizin ne olduğu konusunda tam bir fikir birliğine sahip olmadığımız için tacizi bir karakter meselesi olarak görme eğiliminde oluyoruz.

Tamam. Doğru. Elbette. Günün sonunda, birike birike, karakterinizi, kim olduğunuzu belirleyen bir yanı var. Ama serinkanlı bir özeleştiri vermeye hazır olduğunuz zaman göreceğiniz üzere, taciz bir karakter meselesi değil, bir eylem meselesi.  Bir erkek bir kadın tarafından tacizle itham edildiği zaman öncelikle erkeğin karakteri değil, eylemi yargılanıyor. 

Peki bu ne demek?


Şu demek. Erkekler tacizci, tecavüzcü, şiddet düşkünü erkekler ve tacizci olmayan "iyi", "iyiniyetli", "düzgün" erkekler olarak ikiye ayrılmıyor.  Karakterinizi ne kadar düzgün, kendinizi ne kadar iyiniyetli bir insan, sicilinizi sarkıntılık konusunda ne kadar temiz görürseniz görün, tacizci olmak öyle bir şey değil.  Her erkek, istemli ya da istemsiz olarak kendisini bir kadını, şu ya da bu hareketiyle taciz ederken bulabilir. Tacizi karşınızdaki kadının rahatsız olduğu her hareket olarak tanımladığımızı hatırlayın.  Bunu aklınızda tuttuğunuz sürece tacizin sizin kibarlığınız, aşkı ilanınız ve centilmenliğinizle alakalı olmadığını göreceksiniz.


Flört etmek istediğiniz kadını sinemaya davet ettiniz ve bunu da çok nazik bir tonda yaptınız diyelim. Şöyle bir konuşma geçti aranızda:


E:  Bu akşam Tarantino'nun filmini seyretmek istiyorum. Birlikte gidelim mi?
K:  Hayır, teşekkür ederim.
E:  Ama gerçekten güzel vakit geçireceğimizi düşünüyorum. Hadi ama?
K:  Hayır teşekkürler gerçekten, başka programım var.
E:  Programının ne olduğunu sorabilir miyim?
K:  Seni ilgilenden birşey olduğunu düşünmüyorum.
E:  Ama neden bu kadar asabi bir tepki veriyorsun ki şimdi? Altı üstü çıkma teklif ettim.
K:  Lütfen yeter. Şu an yaptığın tacize giriyor.
E:  Çüş. Yok artık.

Taciz yukarıda var mı yok mu sizce? Bir kısmınız burada hiçbir taciz olmadığını düşünüyor olabilir.  Ama taciz meselesinin sizin karakterinizle ilgili bir durum olmadığını, sizin nezaketinizle ilgili bir durum olmadığını, karşınızdaki kadının rahatsız olup olmamasıyla alakalı bir durum olduğunu hatırlayın.  Bu konuyu ne kadar ciddiye aldığınıza bağlı olarak tacizi konuşmanın olabildiğince yukarıda bir yerine yerleştirmeniz gerekiyor. Taciz "çüş" dediğinizde değil, "ama neden asabi tepki veriyorsun ki?" dediğinizde değil, "programının ne olduğunu sorabilir miyim" dediğinizde değil -ki bu oldukça ezik bir soru, ölüm döşeğinde de olsanız yapmayın!-, bundan çok daha önce, tam ilk cevapta, kadının hayır'ını duyduktan sonra ısrar etmenizle başladı.


Hayır cevabını aldıktan sonra ısrarınızı dile getiren her türlü söz ve hareket, karşınızdaki kadını tacize giriyor. Çıtayı çok yüksek bir yere çektiğimizi ve erkeklere haksızlık yaptığımızı düşünebilirsiniz.  Ama inanın değil.  Yüksek olan şey sizin beklentileriniz olabilir mi? 

:)  biraz düşünün derim.